31 Ağustos 2010 Salı

SON DÜĞÜM...



Ben çaresizliğin böylesini yaşamamıştım hiç.
Hiç böylesine sızlamamıştı yüreğim yokluğunda.
Belki yoktun yanımda;
Ellerin yoktu ellerimde, ama
Bir şeyler vardı aramızda sımsıcak
Hani anlatılmaz…


Sen hayatımdaydın ya;
Hiç o kadar yaklaşmamıştım bulutlara…
Unutmaya başlamıştım
En içli ezgileri, hüzünleri…
Yıldızlar başucumuzdaydı sanki!
Sen kanıma girmiştin ya;
İstememiştim senin kadar hiçbir şeyi...
Tek tek bağlıyorduk düğümleri.


Sen yoksun ya;
Ne yapacağımı bilemiyorum şimdi
Sensiz, gözlerinsiz...
Dokunduğun zaman yüreğini hissettiğim ellerinsiz…
Ben böylesini tatmamıştım hasretin
Susuzluğun böylesini duymamıştım.
Dilimde, unuttuğum içli ezgiler...
Bir parçam şimdi hüzünler.
Tek tek çözülüyor bağladığımız düğümler.


Susma öyle!
Kahrediyor susuşun,
İliklerime dek işliyor soğuğun.
Bir de ayazın ekleniyor yokluğuna.
Bilmiyorsun...
Çaresiz sıkıca bürünüp anılarıma,
Daha bir gömülüyorum yalnızlığıma.
Yüreğim parçalanırcasına arıyorum;
Bakışlarında yaşadığım sevgini.
Sesini, yüzünü, gülümsemeni...
Elimde değil çok özlüyorum seni.


İster miydim hiç böyle olsun?
Böylesine
Utancını duymak ister miydim yenilmişliğin...
Belki yoksun yanımda,
Gözlerin gözlerimde değil, ama
Hep son bakışın var aklımda.


Madem bildiğini okuyor zaman;
Madem geleceğe yazmamış, yazan…
Bırak!
Gözlerin yine yüreğime yaşadığını hatırlatsın…
Gözlerim yine gözlerinde ateşler yaksın.
Çözme n'olur!
Bırak, son düğüm bağlı kalsın!

SANA...


TUTAR MISIN ELLERİMDEN SANA DOĞRU DÜŞERSEM...?

Şimdi, belki de hiçbir şeyin...

Biliyorum konuşacak birşeyimiz kalmadı, paylaşacak hiç bir şeyimiz yok belki de. Yine de yüreğimden gücümün yettiği yere kadar sana sesleniyorum, seninle konuşuyorum. Sevgimi aldım avuçlarımın arasına, ona sığınıyorum... Cümlelerimi kısalttım, kelimelerim buruk, yarım gülüşlerim var; artık istemediğin dudaklarımda.

İçimdeki sevgine, yerine inanıp inanmamanı artık umursamıyorum! Bende olan seni, hiç kırmadım, değiştirmedim ve hep korudum desem de... Sendeki benin nasıl olduğunu, anlamsız bir sıkıntıyla merak ediyorum... Eskiden de hep merak ettiğim gibi...

Şimdi bir mevsimlik aşk kaldı avuçlarımda...Sadece bir mevsim yaşanan, ama bir ömür gibi gelen aşk. Kalbim, seni halen benimle biliyor ve ben kalbime ilk defa yalan söylüyorum. Çok eskiden olduğu gibi; yine her yerde sen varsın, her şarkıda, her gördüğüm insanda, denizde, gecede, uykumda. Nasıl beceriyorsun her yerde olabilmeyi...

Kimi zaman bir çocuk oldum gülüşlerinde şımaran, kimi zaman bir kadın; dokunuşlarında kendini bulan... Ama! En çok da imkânsızın, mutsuzluğun oldum. Ağladığın, bağırdığın ya da sustuğun isyanın oldum, sessizce boşalan gözyaşların, birikmişliğin oldum. Yüreğindeki kadın ben olmak isterken, yüreğine sığınan ve tozlanacak olan bir anı oldum. Haketmediklerin, ''artık yeter!'' dediklerin! Her şeyin olmak isterken, şimdi belki de hiçbir şeyin oldum. Söylesene, ben gerçekten senin neyin oldum?

***

ÖZLÜYORUM SENİ...

... Zaman sensizlikle karışınca, adı yanlızlık oluyor. En çok sözlerini özlüyorum, bir de tebessümünü...

Sen bensiz belki mutlusun, ama bana sensizlik çok koyuyor. Seninle olmak güzeldi, sevmek seni bütün ihtimalsizliklere rağmen; kapılıp rüzgarına, gitmek güzeldi....

Şimdi ne varsa içimi yakan, hepsi biraz da tebessüm barındırıyorsa içinde, her şeye rağmen seni sevmeyi becerebildiğimdendir.

Sarhoş kavisler çiziyor rüyalarım, bir sana, bir yalnızlığıma çarparak kabuslarla uyanıyorum. Geniş ama zor bir yolda yürürken, bir anda bitiyor sokaklar, düşlerimde bile sana ulaşamıyorum. Hep kenarında duruyorum hayatın, korkuyorum sensizlik itecek gün gelince beni aşağıya. Kuşatılmış bir şehir gibi, senden görünmez duvarlarla sarılı dört bir yanım, üşüyorum.

Bazı geceler yağmur başlıyor, çatıya düştükçe damlalar sesleri büyüyor, ürküyorum. Yanımda olsan, sarılsam, güven duysam olmaz mı? Olmaz, biliyorum. Biz bir türlü olamıyoruz. Bizden daha büyük olan şey; neyse o, engelliyor ikimizi, birbirimize tutunamıyoruz şu mahzun gece yarılarında.

***

Ya sen olmasaydın
Söyle bana ben niye var olacaktım ki?
Sensiz bir dünyada...
Umut ve pişmanlık duymadan...
Yaşamak için mi?

Ve sen olmasaydın eğer
Aşkı icad etmeye çalışırdım
Tıpkı bir ressam gibi
Parmaklarının altında
Günün renklerinin doğduğunu gören
Ve onlara bir faydası olmayan...

Ya sen olmasaydın
Söyle bana ben kimin için var olacaktım ki?

Ve sen olmasaydın eğer
En fazla bir nokta olurdum
Gelip giden bu dünyada
Kaybolur giderdim
Ve yine sana ihtiyaç duyardım.

Ya sen olmasaydın
Söyle bana ben nasıl var olacaktım ki?
Kendimmiş gibi yapardım
Ama gerçek olmazdım ki...

...

29 Ağustos 2010 Pazar

BUGÜN... Ben



İşte bak, biliyordum... Ellerini çok özledim ben.

Merhaba sığınağım, merhaba dostum, sırdaşım, ''ada''m...

...

Sen ol yeter ki bu zaman içinde
Ben olmasam da olur
Seni bir yumağa sarıyorum yıllardır
Bitmiyorsun

...

ne gece ne gündüz,,
ne yagmur ne rüzgar.
aklimda ismin.
yüregimde özlemin var..
izmir.. deniz hepsi bahane..
sadece özlemin var icimde...

...

sensizlik vurdu yine gönlüme bu gece çaresiz kaLbimin çığLığını hiçbir şey susturamaz belki yanlızlıktı bu sesler belkide yoksunluk sensiz kaldığım gecelerde vuran saat sesLeri bir nebzede olsa çare oluodu kalbımın çığlığına, gel desem arkana bakarmısın yine bir kerede olsa sarılırmısın bana bırakmadan sankı hiç bırakmıyacakmışsın gibi elimi son kez tutarmısın...

...

Tüm yalnızlığıma, çaresizliğime inat
Yaşanmayan anları düşlerimde de yaşarım
Usul usul
Belki unuturum gözyaşlarımda yokluğunu
Damla damla

...

Nasil da zordur uzaklarda sevmek birini. Hele de "gözden irak olan
gönülden de irak olur" sözünü çürütürcesine içiniz yaniyorsa... O`nun - belki de- hiç umrunda olmadigi bir zaman, uzak yollara, elinde sigara bakakalmak nasil bir siirin baslangiç dizelerini olusturur?

... Yani sen elmayi seviyorsun diye elmanin da seni sevmesi sart mi? yani Tahir `i Zühre sevmeseydi artik. Tahir ne kaybederdi Tahirliginden ?
Tahir olmak da ayip degil, Zühre olmak da Hatta sevda yüzünden ölmek de ayip degil...

Tilbe Saran`dan dinlemistim ilk kez Nazim `in bu siirini... Gece karanliga dogru geçmisti ve ben yollara bakiyordum... Uzaklardan sevmek daha bir zormus ve herkesin harci degilmis, bir kez daha ögrendim...

...

yoklugun icimde öylesine üsütüyorki beni...seni özlemekten degil yorgunlugum..sadece zaman yavas isliyor..saatler kursun yemis askerler gibi agir gidiyor...
icimde ne varsa görünmez ellerde boğulmakta...

duygularim ..parca parca...ne kötü bir sey seni özlemek...önce bilirdim dönecegini..vaktini saatini...artik dönmeyeceksin.öyle dedin...dönersen ruhum gittigim yerde kalir dönen bedenim olur dedin..bilsen sen giderken benden neler götürdügünü...

sevinclerim .gelecegim.umutlarim..hepsi sende kaldi..bana kalan aska dair cekilen acilar...birde senin son gülüsün..hayata tutunuyorsam..kulağımda kalan son gülüsün yüzünden ..sen mutluydun..ben ise bir ölüydüm...bedenimde ruhum bostu ,ruhumda sen yoktun,yoklugun kaldı ellerimde...

...

Ayakta durmaya çalışıyorum,ayaktayım ama ne öyle aman aman gücüm var ne de yaşama dair heyecan ve sevdam.

Bir gün daha yenisine eklenirken, her şey aynı. Değişen sadece zaman ve her gün biraz daha artıp derinleşerek yaşama gücümü kıran özlemin. Boğazım düğüm düğüm. Yüreğim incecik.Gözlerim her an akmaya hazır ve ben tüm bunlarla başa çıkmaya çalışıyorum.

....

Özlem, tek yönlü uzun bir yol işte! Gidip de dönmeyen... Aklıma düştükçe bakışların, bir hüzün şarkısı kırılır kalbimde ve canıma batar kırıkları her keresinde...

...

Bir gün daha yenisine eklenirken, her şey aynı. Değişen sadece zaman ve her gün biraz daha artıp derinleşerek yaşama gücümü kıran özlemin. Boğazım düğüm düğüm. Yüreğim incecik.Gözlerim her an akmaya hazır ve ben tüm bunlarla başa çıkmaya çalışıyorum.

Yağmur yağıyor. Her yağmurda olduğu gibi, yine içime hüzün doluyor. İçime içime SEN yağıyorsun… Her yağmur damlasında, her şeyde biraz SEN varsın zaten.

...

İnsan bazen bir elbiseyi, bazen bir dostu, bazen de bir aşkı taşımaktan yoruluyor. Ben yorulmayı geçtim, boğuluyorum, desem...

...

Boğazımda düğümlenen onca sözü azad ettim. Aç avuçlarını… İster yakala, İster bırak dökülsün yere, at gitsin! Ya da ez bitsin…

...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

SEN UYURKEN...

Bu gece,
Ruhumun kanatlarıyla
Süzüldüm yanına gizlice…

Sen uyurken,
Bir çocuk masumiyetinde...
Hasret kokan saçlarına dokundum önce;
Gözlerine, ellerine...
Sonra,
Minik bir öpücük kondurdum yüzüne.
İçim titredi sıcacık nefesinle.
Öyle özlemişim ki seni,
Ezbere bildiğim yüz çizgilerine
Dalıp gittim öylece...
Sen uyurken
Ben,
''Seni seviyorum'' diye fısıldadım
Ürkek bir yürekle…

Sonra, usulca sokuldum
Boynunun benim olan yerine.
Ürperdim
Derin derin çekerken kokunu içime.
Çırpınan yüreğimle
Yaslarken başımı göğsüne,
Özlediğim o huzur yayıldı bedenime.
Sıcaklığını paylaşırken seninle,
Varlığına şükrettim binlerce.
Ve
Ayrılığımıza ağladım sessizce.
Sen uyurken bu gece
Ben,
'' Hasretine dayanamıyorum '' diye fısıldadım
Paramparça bir yürekle...

Tenimi sararken teninin sıcaklığı
Ben ateşinle kavruldum.
Nefesin karışırken nefesime
Ben aşka, sevdaya bulandım.
Acımasız bir sızı saplandı yüreğime,
Harcanan hayatlarımıza yandım.
İçimde yangınlar...
Sen uyurken
Ben… Razıydım
Seninle geçecek bir ömre
Ömrümün yarısını vermeye.

Gün ışığı vururken pencerene
Ben seni seyrediyordum yine.
Parmak uçlarımda sıcaklığın
Yanında kalmak istiyordum ömrümce...
Dönmem gerekirken
Kahrolası sensizliğime ve iç çekişlerime
Hıçkırıyordu gönlüm çaresizce.
Bu gece... Yaş günümde
Sen uyurken
Ben…
Üzerini yavaşça örterek sevgimle…
''Yüreğimi yastığının altına bıraktım '' diye fısıldadım
Buğulu gözlerimle.




    AİLENLE BİRLİKTE,

SAĞLIKLI, HUZURLU VE MUTLU

NİCE SENELER GEÇİRMEN DİLEĞİMLE

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Ne zahmet?

23 Ağustos 2010
Ne zahmet?

Ateşkes’in dibinde yatan hinoğlu hinliği tam bilmiyoruz ama teröristlere “Niçin ateş kesiyorsun” diye sitem edecek halimiz var mı?
Adamlar ateşe başlarken bize mi sormuşlar ki ateş keserken sorsunlar?
İster ateş ederler, işter ateş keserler, kendileri bilir. Terörist bunlar. Adı üstünde.
Hem size birşey söyleyeyim mi?
- Biz zaten şerbetlenmişiz.
Bölücü terör bize işlemez artık... Biz zaten bölünmüşüz.

*

Sadece şehit veriyor değiliz. Hakarete uğruyoruz, aşağılanıyoruz, onun bunun oyuncağı oluyoruz. Yetmiyor. Bir de içerden vuruluyoruz.
Bu durumda terör ne yapar?
Vız gelir, tırıs gider.
Ateş kesmezse ne olur?
Hatırım kalır.
Zaten içimizde bir kısım zevat ateşkes’e üzülmüyor mu? “Niçin ateş kesiyorsunuz yahu? Ateşe devam etsenize” diye sızlanmıyor mu?

*

Bölücü terörmüş.
Neymiş?
Bölücü. Yok canım... Biz bölünmeyecek kadar dağılmış bir kitleyiz. Terör bize bakıp asıl kendi bölünebilir.
Nitekim gördünüz, iki gündür yine çatışmalar var. Çünkü ateşkes bile bizim karşımızda disiplinini kaybetti.
Bizde bölecek birşey kalmayınca terör de şaşırdı kaldı, ne yapacağını bilemedi.
İşte... Terörle mücadelede yeni yöntemimiz budur sevgili arkadaşlar: Ona vak’a-i âdiye muamelesi yapıp kafanızı çevireceksiniz ki - meğerhavanda su dövdüğünü anlasın.

Rauf Tamer

Pervane mi, yoksa Mum Olmak mıydı AŞK?...


Geceleri balkonda ışığın etrafını alan pervane böceklerini fark etmiş miydik hiç?

Ya onların aşk uğruna yaşadıklarını bilir miyiz? Yani pervanenin mum ışığıyla yaşadığı aşkın hikayesini...

Aşk bir farkına varış, bir idrak seviyesidir... 'Aşk odu önce ma'şuka, andan âşıka düşer.' derler, malum. Yani aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer. Önce sevilende bir ateş yanmalı ki pervane onun etrafında dönsün, pervane o ateşi görsün, sonra aşkının farkına varsın...

Pervane aşkını ispat edebilmek için gördüğü anda ışığı, etrafında dönmeye başlar. Bir cezbedir bu. Bu cezbenin gittikçe daralan bir çemberi vardır. Işığın etrafında döner, döndükçe biraz daha yakından dönmek ister. Işığı gördüğü anda aşkı ilmel yakin olarak tanıyan pervane, onu aynel yakin bilmek istediği için gittikçe mumun etrafındaki çemberi daraltıyor. Çember daraldıkça pervanenin aşkı artıyor, şevki artıyor, coşkusu artıyor. Coşkusu arttıkça da cesareti artıyor.

Aşk cesaret işidir, neticede. Ve pervane cesaretle kanadını şöyle bir değdirir ateşe. İlk lezzettir işte o acı. Acı verir, yakar içini. Ama ona verdiği acı o kadar hoşuna gider ki, daha fazla dönmeye başlar. Acı ve lezzet... Birbirine zıt bu iki duygunun bir arada olması nasıl mümkün...

İşte bu noktada, azabın ve acının lezzet olmasındaki sırrı yakalamak gerek. Azap kelimesi azp kelimesinden türüyor. Azp lezzet demek. Azabın ne olduğunu buna göre ölçün ve düşünün. İşte kanadının ucunu bir defa yaktığı zaman pervane ilk azabı duyar; fakat öyle bir lezzettir ki o azap... Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırıp vuslatı mümkün kılar. Bu sefer daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider ışığı kucaklar.

Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur. Bir buğday tanesi gibi toparlayıp yere düşürür. Artık pervane 'hakkal yakin' biliyordur vuslatı. Bu fenadır. Bu canını verdiği noktadır. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü. Aşkı uğruna can veren pervanenin aşkı...

Ama öbür taraftan mum da yanar. Onun aşkı da, acısı da kendincedir. Önce can ipliğine bir ateş düşer ve yanmaya başlar mum... Sonra içindeki o yangını söndürmek için gözyaşı döker. Ateşi su söndürür çünkü. Ama mumun gözyaşları onun ateşine daha da bir güç verir, elemi arttıkça artar. Ve erir can ipi, sevgilinin yolunda yok olana dek...

Mecnun Mum ve Pervane
Bir gece Mecnun´un yaktığı
Bir mumun etrafında
Dönüyordu
Zavallı incecik bir pervane
Mumsa devrilmek istiyordu
Pervane yerine
Mecnun´un üstüne üstüne
Sevgili mum
Dedi Mecnun
Sevdim seni
Acıdığın için pervaneye
Bende önerirdim
Kader izin verseydi
Beni yakmanı
Onun yerine
Ama acele etme vakit var
Sayılıdır saatler dakikalar
Azrail bile senden sabırlıdır
Burada sencileyin benim de işim var
Ben herkes için
Değişik ve ayrı dozda
Soyut bir otobiyografyayım
Herkesin yaşadığı bir iç tarih
Hekesin yüreğinden geçen bir coğrafya
Gidip gidip varacakları
Fakat ulaşamayacakları
Bir panorama
Kaderin zaman zaman
Kabaran kanlara uyguladığı
Nirengi noktaları batmış
Beyaz bir karanlığa batmış
Mutsuzca mutlu bir topoğrafya

Sonra gece bitti mum söndü
Bu söyleşilerle tan atarken
Pervane Mecnun´a
Mecnun pervaneye döndü


Bütün aşk hikâyelerinin en unutulmaz en heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andır şüphesiz...

Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit aşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu “ilk bakışın öncesi ve sonrası” ndan ibarettir .

Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan fırlamasıdır bu!

Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır.

Sevgili’ nin yüzü mü aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır, aşığın kalbi mi?

İlk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap
Göz… Savaşı başlatan haberci
Bakış… Elde olmayan kader; ilahi kaza
Ve aşk… Kalp ile göz arasındaki kutlu bir hadise.

Çok sonraları kalp göze diyecektir ki,

“Ben bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim.

Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum.

Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben.

Sen emirlere itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan Sen emir ben esir. Sonra devam eder:

- Ey göz! Sen ikisin ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?…

Göz, buna karşılık ayet-i kerime ile cevap verir:

- Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur.
(Hacc 46)

Göz görünce bir kez, geriye ne kalır?

...
                                                          Hatırladığım bir karanlıktı önce
Beni göremeyişin
Sana uçamayışım
Bilmem, belki de öğrenmedi kanatlarım.

Karanlıktaydım önce
Ben, ışığını arayan pervane
Sesini duyuyorum, seni bulamıyorum.

Elini ver, tam buradayım
Seni arıyordum
Hiç durmadım ve yorgunum
Bak, tam buradayım
Bırak artık omzuna konayım.

Işıklar pervanenin ölümüymüş derler
Derler ki gözlerini kör edermiş hareler
Hiç görmedim ki ışığı ben, nasıl kör olayım.

Bak, tam buradayım
Bırak artık omzuna konayım…

Öyle İçimdesin ki;

Öyle içimdesin ki;
Yanağımda dolaşan rüzgardan daha gerçek dokunuşların.
Küçük, ürkek, kesik dokunuşlarınla,
Belki de her zamankinden daha yanımdasın.
Yani öylesine, o kadar bensin ki...
Ah, nasıl anlatsam.

Boşuna bu çabalarım, doğru kelimeleri aramalarım.
Ne kitaplar yazıyor, ne de sözlüklerde karşılığı var.
Yalnızca hissediyor insan, yaşıyor.
Kelimeler eksik, kelimeler yaralı.
Kelimeler cılız.
Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu.
Ben de.
Çok başka bir şey.

Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan?
Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken?
Gözlerine buğu, diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?

Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı? Dedim ya, başka bir şey bu!
Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde.
Belki de en başta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar.
Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni.
En derinlerde tuttum. Bana sakladım. Derine, hep daha derine...

Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım.
Paylaşamadım yanlış yaptım.
Sana ulaşan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar.
Kendimi oradan oraya vurmam.
Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam,...
Hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam.
Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.

Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan,
Duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor.
Tutunamıyorum.
Renklerim, gün içinde değişiyor.
Soluyorum, soğuyorum.
Güneş ulaşmıyor içerilerime.

Küfleniyorum, yaşlanıyorum.
Yalnızlıklar peşimde.
Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme.
Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.

Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum.
Yollar, gitgide uzadı ve karıştı.
Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var.

Ah, onun ne olduğunu biliyorum.
Sonu sana geliyor her cümlenin.
Her şeyin başında içinde ve sonundasın.
Bu değişmiyor.
Öyle içimdesin ki....

Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün.
Çok mutluydum.
Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım.
Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım.
"Yine zamansız yağmurlar" dedim,
"Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları" dedim,
"Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?" dedim.

Çok uzun bir mektup oldu. Başından sonuna kadar okudum.
Neler yazmışım diye merakımdan…
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp, adını yazdım.
Büyük harflerle, yalnızca adını!
Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum.

Mektup cebimde.
Cebim yüreğime yakın.
Yüreğim sende.
Sen yüreğime yakın.
Öyleyse mektup sende.

Bu kadar içimsin işte!
Bu kadar…

19 Ağustos 2010 Perşembe

Çocuk Olmak Güzeldi...


Çocuk olmak güzeldi. Masallarla uyumak,prens olacak hayaliyle kurbağaların peşinden koşmak, Aladdinin lambasını aramak güzeldi. Mutlulukla uyanmak güzeldi. Çocukluk umutları güzeldi. Sahip olduğumuz küçük şeylerle havaya uçabilmek,bir elma şekeriyle mutlu olmak güzeldi.
Küçük şeylere sahiptik, ama mutluyduk. Stressiz bir hayata sahiptik. Hayaller kurardık ve tüm hayallerin sınırlarını sonuna kadar zorlardık. Hep mutlu olacağımızı sanırdık. Yarın ne olacak diye sorunumuz yoktu. Hiçbir şeyi umursamazdık. Koşar,zıplar eğlenirdik. Bizimle ilgilenmediklerinde avazımız çıktığı kadar bağırır dikkatleri üstümüze çekerdik. Anne babamızın her zaman yanımızda kalacağını ve hep mutlu kalacağımızı sanırdık.

Ve yaşanan bunca güzelliklere rağmen hep büyümek istedik. Zaman neden çabuk geçmiyor diye üzüldük. Neden di bu büyüme özlemi bilmiyorum. Belki de özgür bir hayat yaşamak, istediğin her şeyi yapabileceğini düşünmekti.

Büyüyünce hayatın derin karanlıklarında kaybolacağımızı ve çocukluk umutlarımızın, mutluluklarımızın tozlu raflarda kalacağını ve o günleri arayacağımızı zaman ne çabuk geçiyor diye yakınacağımızı,hatta zamanla bile yarışacağımızı bilemedik. Tekrar küçük olamayı isteyeceğimizi BİLEMEDİK!


Keşke hiç büyümeseydim!

Keşke hiç uyanmasaydım beni uyutan masallardan. Ne güzeldi kırmızı başlıklı kızın, pamuk prensesin hikayesi.. Nasıl da özlüyorum hepsini masallara inanışımı nasıl da özlüyorum.

Bir zamanlar koşup oynarken düştüğümde dizlerimi kanatıyordu hayat şimdi ise kalbimi!

Acaba yine koşsam zıplasam etrafı dağıtsam,avazım çıktığı kadar bağırsam kimse görmeden koltukların tepesinde zıplasam da kimse kızmasa

Keşke hiç büyümeseydim!

Hayatın ne kadar zor olduğunu bilmeseydim. Keşke bebeğime sarılıp masallardaki prensesleri,prensleri hayal ederek uyusaydım da bu hıçkırark ağlamalarım olmasaydı.

Keşke kalbim bu kadar kırılmasaydı. Ben büyümeseydim!
O zaman görmezdi gözlerim etrafta dönen bunca oyunları
O zaman hissetmezdi kalbim bunca acıları.

Tertemiz kalbimizden öğrendik biz sevmeyi. Çocukluğumuzun saflığından öğrendik sevmeyi, sevilmeyi. Nerden bilebilirdik bunların çocuklukta kalacağını. Bu temizliğin saflığın büyüyünce kaybolup gideceğini.

Keşke hiç büyümeseydim diyorum!

Hayallerimiz böyle değildi bizim. Biz çocukluk saflığımızla hep mutlu olmayı hayal ettik. Rüzgarın bizi kum tanecikleri gibi savurup gitmesini istemedik. Oysa hayatın tekmesini yedi küçük yüreklerimiz. Zalime zulme yenildik hepimiz. Biz çocuk yüreğindeki saflığı taşımayı bilebildiğimiz halde kimse korumayı bilemedi.


BİZ HAYATA YENİLDİK
Ama o yıllara dönüş yok
Hayat denen karanlığın gölgesinde
Kimi zaman düşerek,
Kimi zaman dik yürüyerek
Kimi zaman nefes alarak,
Kimi zamanda almaya çalışarak,
Var olma savaşı vereceğiz.

VE,
DAHA DA BÜYÜYECEĞİZ...  Aylin AYDIN


* * *

Keşke hiç uyanmasaydım beni uyutan masallardan.. Ne zaman bitti o yollar, o ormanlar?

Peki ya, ne zaman yoruldu Aladdin lambasını ovmaktan?

Ne zaman vazgeçti yakışıklı prens yüz yıl uyuyan güzeli uyandırmaktan?

Daha uyanmamalıydım oysa..

Büyüdüm mü küstüm mü bir şeylere ne; inanmaz oldum o masallara.

Oysa ne güzeldi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu..

Dinlerken hep kızdığım Kırmızı Başlıklı Kız...

Şimdilerde nasıl da özlüyorum hepsini.

Nasıl da özlüyorum masallara inanışımı..

.....

Keşke kalbim bu kadar kırılmasaydı da, ben olgunlaşmasaydım.

O zaman göremezdi gözlerim etrafta dönen bunca oyunları.

O zaman hissetmezdi kalbim ihanetleri, sadakatsizlikleri.

Bu aldanışlar da olmazdı o zaman, bu aldırışlar da!

Yaşam adına açılmış savaşlar da olmazdı!

Bu kazanma hırsı da!

Tertemiz bir dostluktan çaldık biz sevmeyi, nerden bilelim aşkın bize çarpacağını.

Avuçlarımıza battı kırıkları, akan kanlara öylece bakakaldık.

Bilseydik aşkın üzerimizde kırılacağını açarmıydık semaya ellerimizi.

Günlerce,
gecelerce gözyaşları biriktirdik satır aralarında.
Yasak dediler;
köşemize çekilip ağlamayı seçtik,
savaşmak yerine...
Oysa bir yerde bir umut vardı,
bilemedik...

Biz korkular biriktirdik dudaklarımızın buluştuğu noktada.

Cesaret diye bir şey vardı, ama biz kaçmayı seçtik direnmek yerine.

Keşke hiç büyümeseydim diyorum, keşke hiç büyümeseydim.

Bir gün kum tanecikleri gibi dağılacaktık biliyorduk, ama biz uzun zamanlar hayal ettik.

Rüzgarın çıkmasına dalgaların şahlanmasına çok var zannettik.

Oysa onları bile göremedi küçük yüreklerimiz. Biz kendi kendimizi yok ettik.

Korkularımız yendi bizim sevdamızı, daha ufacık meltemde kendimizi salıverdik.

Biz ne zamana, ne zulmete, ne de zalime yenildik.


Biz,
bir çocuk yüreğindeki saflığı sevdaya taşımayı bildiğimiz halde;
o çocuk kadar cesarete sahip olmayı bilemedik.

Biz sevdamızı alıp omuzlarımıza;
yollara düşmeyi,
sadece kendimiz olmayı bilemedik.

Oysa biz,
başbaşa kaldığımız gecelerde hayallerle neleri bilmiştik.

Biz..." güçlü olmayı " bilemedik.

**



Dışarıda kar...
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa...Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü.
Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi...
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...

Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur...

Televizyon yoktu.
Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.
Kestane közlemek bütün bir gecenin mutluluğuydu.
Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...

Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
Çay da kokardı...
Domates de...
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.

Dışarıda kar...
İçeride huzur...
Zam endişesi, doğal gazın kesilm e korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda...
Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk...

M. Başaran

Onlar da '' Yaşama Hakkına '' Sahipler!


18 Ağustos 2010 Çarşamba

Güzelim Ege Şivesi...

Çok sevdiğim, yazıya dökmenin mümkün olmadığı bir şive; Ege Şivesi...

Şehir merkezlerinde fazla kullanılmamakla birlikte ilçe ve köylerde kullanımı oldukça yaygındır.Sıcacık memleket kokan kelimeler, cümlelerdir. Bir anda kulağınıza çalındığında, gülümsemenize ve kendinizi güvende hissetmenize yol açar.

Hele de memleketinizden uzaksanız şiir gibi gelir kulağınıza.

Örneğin; Turkcell'in sahibi Egeli olsa idi, "aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor" mesajı şu şekilde olurdu:

" Aradııınız.. kişiye.. böön ulaşılamıyooo.. daa sonaa yengattan deneyiniz.."

* -Demingkden ben sene kölgelerde oyna dimedim mi?
- .....
-Geberdirin çocuk seni
- .....
-Git önkü yüzünü yuuka gel. sırtındakini de değiştir.koş baken!!!!

* Önkü tası horaya go = şu tabagı oraya götür
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/kulturel-konular/55754-kiyi-ege-sivesi-kiyi-ege-sivesi-hakkinda-bilgiler.html

-Hangırıya goycem teeze ? (hangi yere koyacağım teyze..)

-Hönkürüye gıı.. (oraya işte..)

-Needip goyyonuz (ne yapıyorsunuz?)

* Otobüs yolculuğunda kendinden cok su istenen denizlili bir muavin:
-sayın yolculaamız duz mu yaladıngız? hareme kadar su yok gaari...

* -Senin oğlan hangi bölümü kazandı?
-Tıpa kazandı.

* -Al bunu götüvecesen götürüve. Götüvemicesen götüvecek vaa…

* -Nerem deding ? : hasta birisinin şikayetinin ne olduğunu sormak için kullanılır.

Örnek:
kişi a: -nerem deding bizim gıız?
kişi b: -sooma gareee öskürü öskürü bitmediii. soonudahurama hööle bi ağrı girdi. kıpırdeyemeyyon. tokturu gitçen hindi…

* -Hööle bi yürüyüp gelive biyo irahmat yaaiyosa semsiyeni de alive-

* -Gülü gülü deezem (güle güle teyzem)
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/showthread.php?t=55754

* '' Sıranızı geçin! ''

-Denizli Anafartalar Lisesi müdürünün öğrencileri hizaya sokmak için söylediği emir cümlesi...

* Bu da pazardaki teyzeciklerin sözleri:

- domat datıveecenmi iki gilo.
- daattım daattım. aha suracıkta. aliveecen mi?
- alcem de tobayi açıveecen mi?
- accem de parami cıkarııveemedim bi dakka bekleyiveecen mi?
- bekleyiveririm nolcekki...
seklinde uzar gider.

Bir sure ortalıkta dolaştıktan sonra 'beni bak' denilmesi normal gelmeye bile baslayabilir...

* Denizli'de iki kadın pazarda karşılaşırsa...

-ne buuuu neree gidik gidesiiin??
-çocuklaaa döndeeme (dondurma) isteepturuu ne zımandıı..

* - Biyol ötüvee çil horozum (bir kere öter misin çil horozum?

'dinelmek' vardır (ayakta) durmak anlamında:

- Bizimoğlan orda dinelme de beni bi çay yap. (arkadaşım/çocuğum ayakta durma da bana bir çay koy.)

* Öğretmen sınıfta gürültü yapan bir öğrenciye bağırır:

-Kızdırmeyin bene! şindi sene tahtaya kaldırıp sıfıra bascen.

* Olma mı , yapma mı , etme mi gibi estetik harikası kelimelerin kullanıldığı Ege yöresi, ayrıca -hööle bi yürüyüp gelive biyo , irahmat yaayosa semsiyeni de alive- gibi cümlelere de sahiptir.

* - yandaki site var ya... işte ordaki bekçiyi vurmuşlar!
- bekçiye??!!
- bekçiye vurmamışlar!! bekçiyi vurmuşlar!
- bekçiye??!!
- hey allahım...

* Anegin... (ananın)

* Extrem bir örnek;
-enkini enkirden al enkireye goyve ( sunu suradan al şuraya koy )

* Dünyanın neresinde olursa olsun, o memlekette hangi dil konuşuluyor olursa olsun iki Denizlili' nin birbirini tanımasını sağlayan konuşma tarzıdır ayrıca... Konuşanların asla utanmadığı, düzeltme ihtiyacı hissetmediği az sayıda ağızdan biridir bu coğrafyadaki. Bilenler için çok estetik ve akıcıdır.

* İsmin hallerine bir haller olan bir şivedir, Ege şivesi...
Lisede matematik hocas:
-Bugün Elif'e kaldıralım.

* Denizli doğumluysanız ya da çocukluğunuz burada geçmişse zihninizden hiç silinmeyecek şivedir o. Türk Dili profesörü olsanız , TRT ana haber bülteni sunucusu olsanız da gerektiğinde;

'' Nedip batın , tavası gitcem ben , ahmet de ordan gelipba '' tarzı cümleleri hiç çekinmeden kullanır , kendinizle gurur duyarsınız. En güzeli bunu yaşlı insanlarla konuşmaktır.

* -Pazarı varem de dalgan alem.. (Pazara gidip dalagan=ısırgan otu alacak)

* Mesela ''' biyol'' vardır, bir şey isterken kullanılır:

- Biyol ötüvee çil horozum (bir kere öter misin çil horozum?)

* -Gahpeerif (kahpe + herif) sık kullanılan bir küfürdür. Gahpecik, gahpenin doğurduu, gahpe garı gaşlı (kahpe karı kaşlı) gibi türevleri mevcuttur.

* -Yavrııım ben onu nezmandır söleboturum… bilip batırın mı? (yavrum ben onu nezamandan beri söyleyip duruyorum,biliyor musun?)

* Bir de '' gapçık ağızlı '' diye bir kavram vardır. Bu şivenin özü adeta komedi üzerine kurulu gibidir sanki... Misal dedeniz size küfreder, ama belki anlayamadığınızdan belki de söylediği şeyin komikliğinden dedenize kızamazsınız bile.

-dede neden bu böyle?
-sus bakem gapçıkaazlı!
-o ne demek dede?
-höyt höyt edip durma bakem gömüveğcem şimcik depçiğine

* Seneler evvel, memleketinde elektrik olmayan Egeli İstanbul'a gidip caddelerdeki yanan lambaları görünce şaşkınlıktan şöyle demiş:
-Yanıpba..yanıpba. .Ne gaz yetçek ne fıtıl..

* İstanbul'da hamamda başı sabunlu gözleri kapalıyken sabun kalıbını yürütmüşler bizimkinin. Olayı arkadasına anlatmış,

-Gahpaçocukları... Hamamda bana sabunsuz kodular. (hamamda beni sabunsuz bıraktılar)

* -Çeşmide gala, gavga edip bala..(Çeşmede kadınlar kavga ediyorlar)

17 Ağustos 2010 Salı

Ve Tanrı Kadını Yarattı...


KIZINIZA ÖĞRETİN!

Kızlarınızı iyi yetiştirin. Kendi kendilerine yetmeyi öğretin.

Namuslu olmanın yürekten geçtiğini öğretin.

Evden çıkar çıkmaz ilk köşede eteğinin boyunu kısaltmasına gerek olmadığını öğretin.

İstediğini giymeyi öğretin. İnsanın ahlakının sadece kendi beyninde olduğunu öğretin.

Kıskanılmanın sevilmeyle aynı olmadığını öğretin. Kıskanılmanın güzel, saygısızlığın kötü olduğunu öğretin.

Beni çok kıskanır, dışarı çıkarmaz, şunu bunu giydirmez diyen adamla gurur duymamayı bunun aslında kendine hakaret olduğunu öğretin.

Arayıp neredesin ; kiminlesin vs. diyen adama seni tanımadan önce nasıl davranacağımı bilmiyor muydum haddini bil demeyi öğretin.

Eşlerini aldatan erkeklerin yanındaki ikinci kadın olmamayı öğretin...


* * *

Kurşun sesi kadar hızlı geçer yaşamak; öyle zordur ki, kurşunu havada, sevgiyi de yürekte tutmak...

Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır. Hayatın, kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu!

Durup, durup ardına bakan kadınlar vardır. Geçmişi düşünmekten şimdiyi yaşayamazlar. Herşeyi didikleyip duran, mazisinin gölgesinden, anılarının yükünden bir türlü kurtulamayan, gözleri ufuk yorgunu kadınlar.

Güçlü, köklü bir biçimde yeni arkadaş edinecek yaşları geride bıraktıysan eğer, hasar görmüş eski arkadaşlıkları onaracak çağı da geride bırakmış oluyorsun. Zaman ilerledikçe birçok şey, daha zor olmaya başlar.

Beklentisi yüksek olan kadınların yalnızlığı daha koyu oluyor. Büyük lafların gölgesinde geçen hayatlar, bir daha iflah olmuyor, geçip gittiğiyle kalıyor.

Zaman, aşk... Her şey! Ayrılıkları ayrıntılar acıtır. Kadınları mahveden erkekler değil, ayrıntılardır.

Erkekler, erkekliklerinin tadını alabildiğine çıkartırken, kadınlar bu konuda umutsuzdurlar, çünkü kadınlık bekler.

Ummak ve beklemek kadınlığa verilmiş iki cezadır... M. MUNGAN

* *

Kalbin yolu güzeldir, ama tehlikelidir. Zihnin yolu sıradandır, ama güvenlidir.

Erkek en güvenli ve en kestirme yaşam tarzını seçmiştir. Kadın duyguların, hislerin, ruh hallerinin en güzel ama en sarp, en tehlikeli yolunu seçmiştir. Ve bugüne kadar dünya erkekler tarafından yönetildiği için kadınlar muazzam şekilde azap çekmiştir. O, erkeğin yaratmış olduğu topluma uyamamıştır çünkü toplum mantığa ve nedenlere uygun olarak yaratılmıştır.

Kadın kalpten bir dünya ister. Erkek tarafından yaratılan toplumda ise kalbe yer yoktur. Ben kadınların gerçekten bir kadın olmasını isterdim, çünkü bu büyük oranda kendilerine bağlıdır. Kadın erkekten çok daha önemlidir. Çünkü o rahminde hem erkeği hem kadını taşır. O kıza ve oğlana, her ikisine de annelik eder; her ikisinide besler. Eğer o zehirliyse, o zaman sütü zehirlidir, o zaman çocukları yetiştirme tarzı zehirlidir.

Erkekle yarışıyorsun ve yarışmana gerek yok; sen zaten üstünsün. Şiir yazmana gerek yok, şiir sensin. Sevgin senin müziğindir. Sevgilinle birlikte çarpan kalbin senin dansındır! SOHO

* *

* Kadın da bayrak gibi, bir sevgiyi mihraklaştırdığı ölçüde kutsallaşıyor...

* *

Çocuklarımın ufacık hüsranlarında dünyayı ayağa kaldıracak kadınım ben...

Oyunda aralarına almadılar diye, diğer çocuklara kaşını kaldırıp göz dağı vermeye çalışan kadınım ben...

Her sabah çocukları giydirip, yedirip okula gönderen, sonra süslenip püslenip giyinip
işe yetişmeye çalışan kadınım ben...

İş yerinde düzgün oturması, edepli durması, ama bir o kadar da güzel olması gereken kadınım ben...

Tüm gün iş yerinde çalışıp bir sürü insanın kaprisini çeken kadınım ben...

Akşam olunca eve koşturan, yemek yetiştirip bir de üstüne üstlük yedirip sonra da oyunlar oynayan, ders çalıştıran, ödevlere yardım eden... Çamaşır, bulaşık, temizlik...

Evde en son yatağa giren insanım ben..

Hatta yattığında da kafasında bin bir düşünce dolaşan yarını, öbür günü planlayan kadın!

İşte, o kadın benim!

* *

'' ...

Kadınlar ağlamak için bir erkeğin omzuna ihtiyaç duyarlar...
Ama başı dolu kadınlar, erkeğin omzuna ağır gelir...

Erkekler kadında kontrol edilebilir zekâ, kontrol edilebilir başarı, kontrol edilebilir yetenek ister.

Yani kadının sahip oldukları, erkeğin kontrolünü aşmaya başladığında ilişki biter. ''

* *

Bir kadın çocuktur aslında… Çocuk gibi davranmayı sever. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini ister.Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak sevmeli erkek kadını… Ama hiç bir kadın çocuk muamelesi görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister.Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz; ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz..

Bir kadın güçlüdür aslında...

Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki, erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.

Bir kadın sevgidir aslında...

İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever; ama, tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer alamazsınız. Her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette Bunun tek nedeni ise engelleyemedikleri '' acımak '' duygusudur.

Bir kadın yalnızdır aslında...

Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız, onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.

Bir kadın çılgındır aslında...

Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez. Üreticiliğinin sınırı yoktur ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz üreticiliğini. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz!

..... Bir kadını ağlatırken çok dikkat edin!!!

.... Çünkü Allah gözyaşlarını sayar.

Kadın; erkeğin kaburgasından yaratıldı, ayaklarından yaratılmadı!

Öyle olsaydı ezilirdi... Üstün olsun diye başından da yaratılmadı!

AMA GÖĞSÜNDEN YARATILDI......

Eşit olsun diye...

Kolun biraz altında...

Korunsun diye!

KALP HİZASINDA SEVİLSİN DİYE... C. DÜNDAR

Seni Seviyorum...

Seni sevmek, bir babayı, bir can yoldaşını hayatının sonuna kadar yanında olduğunu bildiğin güvenilir bir dostu, ilgiye ve şefkate doymayan çaresiz bir küçük çocuğu, ama en çok da tutkulu, kıskanç ve yüreği sonsuz maviliklere akan bir deli aşığı sevmek gibiydi.

Seni sevmek, bundan yıllar önce, seni bir idol gibi içimde büyütüp, hayranlığımın yavaş yavaş aşka dönüşünü ürkekçe gizleyerek...,

Sonra ansızın yollara düşüp, çocukluğumda kalbimde filizlenen sevdası senin aşkınla yeşeren bu kentin sokaklarında izini sürmek...

Hücrelerimle beraber çoğalan aşkını özgürce ve sınırsızca yaşamak için ailemin şefkatli ve anlayışlı kollarından sıyrılıp kanatlanmaktı.

Hayatın içinde seni barındırdığı her karesinde uzun uzun soluklar alarak, o günlük, o sıradan ayrıntılarını alabildiğince büyütüp, içinde kaybolarak severdim seni... Odanın içinde, varlığına yıllardır aşina olduğun bir eşya gibi sessizce kaybolarak, seni izlemek ve başının üzerinden sonsuzluğa akıp giden düş bulutlarında şekillenen herşeyi, şu yüreğimde senin için büyüttüğüm şiire mısra yapıp eklemekti seni sevmek...


Elin çaya uzanırdı...
Tenim dudaklarını özlerdi...
Bir sözüm şiirin olurdu...
Demlenirdik.


Çocuksu bir saflıkla tek vazgeçemeyeceğinin ben olduğuma kendimi inandırmaktı.

Sonra bir gün aşka açıldı yüreğinin sürgüleri;
Yıkıldı tabuların... Kırıldı zincirlerin... Uzağıma düştün...
Bu defa farklıydı, hissetmiştim. Yalnız bedenini değil, ruhunu da paylaşmaya başlamıştın bir başka kadınla...

Seni sevmek, benim yanımda, bir başka yürekle özlem giderirken, içimde kopan fırtınaları susturmaya çalışmak oldu sessizce...

Sonra sevmek, yavaş yavaş kayışını izlemek oldu avuçlarımdan...
Gittin...
Önce gözlerim öksüz kaldı yokluğunda.

Seni sevmek, bensiz akıp giden hayatına bir yabancı gibi uzaktan bakmak oldu çoktandır...
Sıkışıp kaldığım bu karanlık dehlizde, kendi kalbimde, yalnızlığımda, sensizliğimde, kendi aşkımla delirmek oldu seni sevmek...

Seni sevmek... Geceleri kokuna hasret yatağımda ter içinde uyanmak, kendimin bile affedemediği bir bencillikle, kalbindeki tek aşkın benimki olması için gözyaşları içinde Tanrı'ya yalvarmak oldu...

Şimdi, bu acıya bir son vermesi, kendisini terk etmesi, sonsuzluğa bırakıp gitmesi için birbirine yalvaran iki yüreğiz artık. "Ayazda iki yürek" gibiyiz...

Affet beni sevgili... Verdiğim sözleri tutamadım.

* * *

Seni yollarca, şehirlerce uzağından sevdim. Seni kelimelerce, şiirlerce yakınından sevdim. Seni dünya üzerinde sanki ilk kez benim için kalemi eline alıp da yazdığın mektuplarca sevdim. Seni umutsuzca, beklentisizce, hayallerce sevdim uzağından.

Seni sevmek, ait olduğun gökyüzünde seni özgür bırakmaktı.

Sevmek, ruhumun tek sahibi olan seni sahiplenmemeye kanaya kanaya razı olmaktı.

Arzuladığım ne varsa herşey karşılıksız kaldı bu hayatta.

Nasıl da telaşlı, nasıl da soluk soluğa yaşardık o kaçamak anları... Aşkımızın en karanlık, en gerçek, ama en yoğun anlarıymış onlar... Sensiz geçen gecelerde yüreğimde biriken kıskançlığın, öfkenin, kırgınlığın ve hasretin hummalı karanlığı, sana kavuştuğum anlarda sevinçten çıldırmanın eşiğinde tarifsiz bir hazza dönüşürdü...

Unutmanın en ağırı unutamadan unutmaktır. Seni sonsuza kadar kaybetmek kimlik değiştirdi ve unutmak oldu benim için. Seni unuttuğum yalanıyla hayatı kandırmaya çalışınca hayat hiç olmadığı kadar acımasız tokatlar indirdi yüzüme...

Sana dokunmak, sana kapılmak, sana tapmak yenilgiyi daha baştan kabul etmekti.

Sana dokunmak, sanki bulutlara öpücükler kondurmak gibiydi... Huzurla huzursuzluk, hasret ve kavuşma, aşk ve öfke, merhamet ve acımasızlık, kırgınlık ve bağışlama her şey ama her şey sevgimizin taşkın sularında birbirine karışırdı. İki kalbin bir ömre sığdırabileceği tüm duyguları biz o kısacık anlarda soluk soluğa yaşardık...

Seninle geçen zaman bir daha tekrarı olmayan, doğaçlama bir melodi gibi benim için... Sanki birlikte yazılmış kaderimizin sayılı dakikalarından an çalıyorum.

Öylece karşında oturup seni seyretmeyi, sana yemek hazırlamayı, seninle sohbet etmeyi, dostlarını ağırlamayı, seninle birlikte uyumayı, yani paylaştığımız ne varsa hepsini bir daha asla okuyamayacağım bir şiiri kelime kelime içime sindirir gibi, soluk soluğa hissederek yaşıyorum... Öyle birikmişsin ki içimde... Seni yaşamakla tüketmem, seni sıradanlaştırmam mümkün değil. İçime çektikçe çoğalıyorsun...

Şimdi varlığım her geçen dakika daha da daralan gizli bir çember örüyor etrafına. Her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor, biraz daha kanıksıyorsun beni... O peşini bırakmayan yaralı geçmişin aramıza korku duvarları örüyor.

Hayatını tüm kalbimle kucakladığımı hissettiğim anda ansızın yüzünde beliren o eski kaygıların alıp seni benden çok uzaklara, derinlere, yalnızlık kuyularına sürüklüyor. Yeni isimler, yeni aşk öyküleri, başka yüzler, başka bedenlerle kaçış planları yapıyorsun kendine...

Gece ansızın seni uyandıran, kolunu başımın altından çeken, seni yatağın ucuna kadar götüren, uykunu bölüp ayağa kaldıran ve bana hep o aynı soruyu sorduran bu korkular değil mi...: '' Sevgilim nereye gidiyorsun? ''

* * *

Seni sevmek bir sadakati değil, sadık bir ihaneti sevmektir.

Seni, sana rağmen sevmek! Seni sevmek...

Kaybetmek, her seferinde yeniden başlamak,

Ayrılık çöplüğünde aşk aramaktır seni sevmek.

Seni sevmek, en basit haliyle yalandır, her seferinde yeniden kanılan,

Cevapsız bir soru, sorusuz bir cevap...

Ayrılığı daha ilk dakikadan kabullenmektir, seni sevmek.

Seni sevmek, "olmayacak bir nedeni, gelmeyecek bir gideni" beklemektir.

Seni sevmek, hiçbir norma uymayan bir deliliği sevmektir.

Seni sevmek, sonsuz bir denize dalmak, çıkışı olmayan bir tünele isteyerek girmektir.

Cehennemde yanmaya koşa koşa gitmektir, seni sevmek.

Günahın çekiciliğine kapılmak;Teninin sıcağından vazgeçememektir, seni sevmek.

Şeytanın yap dediğini yapmak ve ateşi güneş sanmaktır, seni sevmek.

Bitmeyen bir filmi sürekli yeni baştan seyretmektir seni sevmek.

Seni sevmek, rüzgara kapılmak, havalanmak, uçmak ve her seferinde binlerce metreden yere çakılmaktır.

Yaralanmış yüzünle, kanlarını temizlerken yine uçmaya çalışmak da, sadece seni severken yapılacak bir deliliktir.

Seni sevmek, hiçbir şeye sahip değilken, dünyalar sana aitmiş gibi mutlu olmaktır.

Seni sevmek, herkesin aklına meydan okumaktır,

Tüm doğruları reddedip, bile bile bir yanlışı seçmektir seni sevmek,

Akılla kalbin bitmeyen kavgasını başlatmaktır.

Seni sevmek, kimselere açıklanamayan, kendine bile anlatılamayan, lanetli bir hastalık gibi saklanan, tuhaf bir hikayedir.

Seni sevmek, bir hikayede hayat bulmaktır.

Seni sevmek, her seferinde yenilmek, yeni yenilgiler için yeniden başlamaktır.

Seni sevmek, dünyanın tüm güzeliklerini hissetmektir.

Ve...

DİNMEYECEK BİR SIZIYLA YAŞAMAYA ALIŞMAKTIR! ÇARESİZ...

* * *

Sevmek; yanındayken bile seni özlemekse eğer...

Sevmek; imkansızca, umutsuzca, beklentisizce hiç bıkmadan seni yüreğinde taşımaksa eğer...

Sevmek; uzaklığın yüreğimi böylesine acıtırken bile, sevginden yakınmamaksa eğer...

Sevmek; seni göremeyen gözlerime, sana dokunamayan ellerime, sana kavuşturmayan yazgıya inat, seni sevmekten vazgeçmemekse eğer...

Sevmek; senin olmadığın, içinde senin bulunmadığın her şeyin anlamsız bulmaksa eğer...

Sevmek; hiç pişmanlık duymamaksa eğer...

SENİ SEVİYORUM!

16 Ağustos 2010 Pazartesi

ÖZLÜYORUM SENİ...

Yine yağmur yağıyor.
Her yağmurda olduğu gibi, yine içime hüzün doluyor.
İçime içime SEN yağıyorsun…
Her yağmur damlasında, her şeyde biraz SEN varsın...


SENİNLE OLMAK İSTİYORUM

Seninle olmanın yolu bu olmalı sevgilim,
                                                                      Seni düşünmek.
Evet… Evet!
Düşünmek.
Seni, hiç durmadan düşünmek.
Bir daha bir daha,
Bir kez daha!
Yaşadıkça da
Seni yaşatmak içimde.
Düşümde, zihnimde, yüreğimde
Bedenimde benimle…

Seni düşünmek bile
Isıtıyor ellerimi,
Sanki avuçlarındaymış gibi…
O eller ki;
Senden uzak düştüğümden beri
Tıpkı,
Yüreğim gibi,
Tüm bedenim gibi
Isısını yitirdi.
Seni düşünmek bile
Yeniden ısıtıyor tenimi...

* *

ACI

Hayır!
Seni yitirmenin acısını unutmak istemiyorum
Seni unutmak değil arzum,
Tam da aksine
Acının tadını çıkarıyorum.

Madem ki bu acı bana vurdu,
Ve
Çok sana ait bir yangın bu
Bu senin bir parçan…
Soğuk da gelse duygusu
Yüreğimi yaksa da alev alev
Onu da aşkımız kadar net!
Yaşayabilmeliyim…

* *

Seninle beraber

Kendimi de özlüyorum şimdi.

Seninle beraberken ki ‘’ben’’ i…

Nasıl da kıskanıyorum

Bir bilsen!

‘’Sen’’ li zamanlardaki kendimi...
 
Al Ne Ta

* *
 
... Zaman sensizlikle karışınca, adı yanlızlık oluyor. En çok ellerini özlüyorum, bir de tebessümünü...

Sen bensiz belki mutlusun, ama bana sensizlik çok koyuyor. Seninle olmak güzeldi, sevmek seni bütün ihtimalsizliklere rağmen; kapılıp rüzgarına, gitmek güzeldi....

Şimdi ne varsa içimi yakan, hepsi biraz da tebessüm barındırıyorsa içinde, her şeye rağmen seni sevmeyi becerebildiğimdendir.

Sarhoş kavisler çiziyor rüyalarım, bir sana, bir yalnızlığıma çarparak kabuslarla uyanıyorum. Geniş ama zor bir yolda yürürken, bir anda bitiyor sokaklar, düşlerimde bile sana ulaşamıyorum. Hep kenarında duruyorum hayatın, korkuyorum sensizlik itecek gün gelince beni aşağıya. Kuşatılmış bir şehir gibi, senden görünmez duvarlarla sarılı dört bir yanım, üşüyorum.

Bazı geceler yağmur başlıyor, çatıya düştükçe damlalar sesleri büyüyor, ürküyorum. Yanımda olsan, sarılsam, güven duysam olmaz mı? Olmaz, biliyorum. Biz bir türlü olamıyoruz. Bizden daha büyük olan şey; neyse o, engelliyor ikimizi, birbirimize tutunamıyoruz şu mahzun gece yarılarında.

* *

Biliyorum konuşacak birşeyimiz kalmadı, paylaşacak hiç bir şeyimiz yok belki de. Yine de yüreğimden gücümün yettiği yere kadar sana sesleniyorum, seninle konuşuyorum. Sevgimi aldım avuçlarımın arasına, ona sığınıyorum... Cümlelerimi kısalttım, kelimelerim buruk, yarım gülüşlerim var; artık istemediğin dudaklarımda.

İçimdeki sevgine, yerine inanıp inanmamanı artık umursamıyorum! Bende olan seni, hiç kırmadım, değiştirmedim ve hep korudum desem de... Sendeki benin nasıl olduğunu, anlamsız bir sıkıntıyla merak ediyorum... Eskiden de hep merak ettiğim gibi...

Şimdi bir mevsimlik aşk kaldı avuçlarımda...Sadece bir mevsim yaşanan, ama bir ömür gibi gelen aşk. Kalbim, seni halen benimle biliyor ve ben kalbime ilk defa yalan söylüyorum. Çok eskiden olduğu gibi; yine her yerde sen varsın, her şarkıda, her gördüğüm insanda, denizde, gecede, uykumda. Nasıl beceriyorsun her yerde olabilmeyi...

Kimi zaman bir çocuk oldum gülüşlerinde şımaran, kimi zaman bir kadın; dokunuşlarında kendini bulan... Ama! En çok da imkânsızın, mutsuzluğun oldum. Ağladığın, bağırdığın ya da sustuğun isyanın oldum, sessizce boşalan gözyaşların, birikmişliğin oldum. Yüreğindeki kadın ben olmak isterken, yüreğine sığınan ve tozlanacak olan bir anı oldum. Haketmediklerin, ''artık yeter!'' dediklerin! Her şeyin olmak isterken, şimdi belki de hiçbir şeyin oldum. Söylesene, ben gerçekten senin neyin oldum?

* *

İnsan bazen bir elbiseyi,
bazen bir dostu,
bazen de bir aşkı taşımaktan yoruluyor.
Ben yorulmayı geçtim, boğuluyorum, desem...

15 Ağustos 2010 Pazar

BİZ BÖYLE OLSUN İSTEMEDİK....

Sevgileri yarınlara bıraktınız;
Çekingen, tutuk, saygılı…
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı
Bitmeyen işler yüzünden.

Siz böyle olsun istemediniz.
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi…
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz;
Çirkindi dar zamanlarda bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda
Bu kadar çabuk geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız…
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit yetmedi.

B. NECATİGİL


İnsan hayatında önemli olan '' şimdi '' lerdir, ama nedense şimdiler yerini bir sebeple hep sonralara bırakır. Yaşam, bir su gibi önüne geleni alıp giderken, biz de akıntıya kapılıp kocaman bir telaş içinde; şimdileri sonralara, belki de hiç gelmeyecek bir zamana bıraktık. Çoğu kez o zamanın '' ne zaman '' olduğunu bile bilmeden, sanki yaşam bizi hiç bırakmayacakmış gibi...

Hayatımızdan giden tek bir gün bile önemliyken, biz uygun bir zaman umuduyla sonralara, başka günlere, geniş zamanlara bel bağladık.

Bir sonsuzluk duygusu içinde kendimizi oyaladık, hatta kandırdık. Iskalanmış, ertelenmiş hayatlarımızı yaşarken de hep bir bahanemiz oldu: '' Sonra, hele bir… ''

Adeta hiç durmadan ve hızla dönen bir çemberin içinde kendimiz dışında her yere, her şeye yetişebilme telaşı içinde koştuk… Koştuk.

O kadar hızla koştuk ki; yanından hızla geçip geçtiklerimize bakmadık,
dokunmadık. Yaşamın bize sunduğu hediyelerin farkına bile varmadan yanlarından öylesine geçip gittik. Öylesine yaşadığımız gibi…

Onca yolu aldıktan ve nefesimiz kesildikten sonra durduğumuzda; yanından hızla geçip önemsemediğimiz o kadar çok şeyin arkasından bakakaldık ki... Bir gaflet uykusundan uyanır gibi anladık; hiç umursamadığımız, bir gün kaybedeceğimizi hiç düşünmediğimiz değerli bir hazineyi; hayatımızı nasıl da hovardaca tükettiğimizi... Elimizde olduğunu sandıklarımızın da zamanla ve aslında yok olduğunu…

O çok değerli nefeslerimizi hiç düşünmeden harcadık. Şimdi boşluğumuzu, hiçliğimizi, yavaş yavaş yok oluşumuzu örtmek için geçmişimize sarılıyoruz. Adeta yıkıntıların arasında kaybettiklerini arayan insanlar gibi yanından hızla geçip gittiklerimizi, dar zamanlar bahanesiyle yaşayamadıklarımızı arıyoruz. Ama hiç iyi gelmiyor.

'' Sonra… '' demek için vakit kalmadı artık. Eğer hala zaman varsa yaşanacak; umudun bile anlam taşımadığı bir hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir, bir yerlerde bulunup yeni mutluluklar edinilir ve bu boşluk dolar mı acaba?

'' Biz geniş zamanlar umuyorduk;
Yılların telaşlarda;
Bu kadar çabuk geçeceği aklımıza hiç gelmedi... '

Her Evden Bir Şehit Var...

Her evden bir şehit var

Bir evlat...

Bir koca...

Bir baba...

Bir kardeş...

Bir ağabey...

Bir amca...

Bir dayı...

Bir nişanlı...

Bir sevgili...

Bir arkadaş...

Bir kankardeşi...

Bir akraba...

Bir komşunun oğlu...

Belki de hiç tanımıyoruz onları...

Hiç görmedik şimdiye kadar...

Gencecik bedenler, henüz hiçbir kötülüğü tatmamış ruhlar...

Ölüyorlar...

Kardeşlerimiz ölüyor.

Ne uğruna?

Birileri siyaset yapamıyor diye...

Birileri çözüm bulamıyor diye...

Birileri her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor diye...

Ve artık ateş sadece düştüğü yüreği yakmıyor.

Hepimizin içini yakıyor.

Hepimizin içi kan ağlıyor.

Dayanamıyoruz...

'' Terör olayları artacak '' diyorlar.

O zaman haberleri açarken, gazetelerin birinci sayfalarına bakarken, hele hele ''son dakika'' ları gördüğümüzde yüreğimiz ağzımıza geliyor...

Hep aynı sözler çıkıyor ağzımızdan:

'' Yine mi? Allah kahretsin! ''

En acısı da...

Bir gün gelecek, belki her şey yoluna girdiğinde...

İbre başka taraflara, başka belalara kaydığında...

'' Bir zamanlar bunca kardeşimiz ne için can verdi '' diyeceğiz...

Tıpkı solcuların, sağcıların öldükleri, öldürüldükleri günler gibi...

Tıpkı o arada onca masum insanın öldüğü gibi...

'' Yazık oldu. Çok yazık oldu '' diyeceğiz.

Ya da birileri diyecek...

Şimdi ise Meclis Başkanı ne diyor?

'' Ordudan tatmin edici bir açıklama bekliyoruz! ''

Bekleyebilir.

Ama biz de, hükümetten tatmin edici bir açıklama...

Açıklama da değil artık,

Tatmin edici bir çözüm bekliyoruz...

Çünkü artık her evde bir şehit var.

* *

Cumartesi sabahı...

Ben şimdi uyandım.

İstanbul' da güzel bir hava... İzmir' de pırıl pırıl bir gökyüzü...

Ben şimdi uyandım...

Sen şimdi Ankara' da bir hafta sonu programı yapıyorsun.

Bir cumartesi sabahı uyandık.

Gazeteler, kahve, çay.. Bir gün, bir hayat önünde...

Şimdi uyandık...

Ben aslında şimdi öldüm... Ve şimdi Hakkari' de, Şemdinli' de onlar uyanamadı.

11 şehit haberi Doğan Haber Ajansı' ndan önüme düşünce bende düştüm...

Biz bir cumartesi sabahı şimdi uyandık...

Onlar Hakkari' de şimdi öldüler...

Biz şimdi öldük...

Toprağın altında 35 bin vatan evladı şimdi bir daha öldü.

Zaman öldü...

11 vatan evladı şehit düştü.

Mesela sen şimdi uyanıyorsun...

Ve henüz bilmiyorsun onlar nasıl uyanamadılar...

Dağın başındaki karakolda uykunun en masum derinliğinde roket mermileri kavurdu ranzaları...

Kalkabilen kalktı, nöbetteki Mehmet rastgele ateş etti.

Zaten ihanetle pusunun kol kola gezdiği o coğrafyada düello arayamazsın, şövalye bulamazsın.

Olsa olsa sabaha karşı kahpeliğin tetiğini çeken pusucuları bulursun.

İşte saat 11.00' e geliyor..

Bir cumartesi sabahı..

Sen şimdi kahvaltıdasın...

Belki de hiçbir şeyden haberin yok...

Karadeniz' de bir balıkçı ağlarını çekiyor...

Denizli' de bir dokuma tezgahı henüz işlemeye başlıyor...

Bursa' da bir baba çocuğunu götürmek için sinemaları araştırıyor...

Bir anne ertesi günkü doğuma hazırlanıyor..

Biz şimdi bilmiyoruz... Nasıl öldük farkında değiliz...

Bir ayda 50' ye yakın şehit verdik.

Herkes soruyor: Ne oldu da yeniden başladı?

Bitmedi ki kardeşim... İki yıllık bu sessizlik, iki yıllık beklenti, silahsız çözüm hazırlıkları...

Hatırlayın ABD'den gelen Bay Koordinatörü..

Hatırlayın bizim koordinatör Edip Başer' in atanmasını..

Televizyon haberleri, manşetler...

'Bitti, bitiyor, eziyoruz, sıkıştırdık, parasal kaynaklarına giriyoruz'

İşte sınır ötesi harekat..

Gece Kuzey Irak' ta yürüyen komandolar..

Boş dağları bombalayan jetler...

Genelkurmay' ın yaptığı '' ABD ile isithbarat paylaşıyoruz. Uyumluyuz '' açıklamaları..

Sonra sessizlik.

Demokratik açılım.

İki yıl süren dağdan indirme projesi.

Ama olmadı işte.


Habur' dan giriş yapan teröristleri otobüslerin üstüne alıp terörist kıyafetleri ile selamlattırınca olmadı işte kardeşim...

Sen cumartesi sabahı uyandın.

Soruyorsun: Nasıl bitecek bu? Neden yine başladı?

Böyle bitmiyor işte kardeşim.

Sabah uyanıyoruz...

Aslında uyanamıyoruz...

Çünkü onlar uyanamıyor...

İşte, 11 vatan evladı daha uyanamadı.

Ben nasıl uyanırım, sen nasıl uyanırsın.

Biz niye bir türlü uyanamıyoruz.

* *

O Yazılar...

Kim Bilir Belki...




Kasaba esnafından biri olmalıydı kocam.


Akşam, güneş batmadan dükkánını kapatıp eve gelmeliydi.


Evimiz mümkünse bahçeli olmalıydı. Yaz akşamları sulayıp serin serin oturmalıydık.


Ben, orta boylu tıknazca, ev hanımı olmalıydım.


Cinsiyeti önemli değil, eli ayağı düzgün iki çocuğumuz olmalıydı.


Derslerine yardım etmeye yetecek eğitimim olmamalıydı.


Ama ara sıra ''Dersinizi bitirdiniz mi?'' diye sormalıydım.


Daha çok üstleri başlarıyla...


Yedikleri içtikleriyle...


Öksürükleri, aksırıklarıyla ilgilenmeliydim.


Yavaştan yavaştan çeyizlerini düzmeliydim.


Her ayın 15' i kabul günüm olmalıydı. Ellerime sağlık, kekler, poğaçalar yapmalıydım. İnce belli bardaklarda çaylar ikram etmeliydim.


Sabahları hırkamı omzuma alıp komşuya kahve içmeye geçmeliydim.


Patlıcan, biber kızartmalı, reçel kaynatmalıydım.


Akşamları özene bezene sofrayı kurmalıydım.


Kocam ajansı dinlerken ben lafa girmeliydim, o, ''Sus hanım, bi dakka'' demeliydi.


Böyle dese de beni çok sevmeliydi.


O uyuklamalı, ben bulaşık yıkamalı, çocuklar ders çalışmalıydı.


Bazen akşam oturmasına komşular gelmeliydi. Öyle Haremlik selamlık gibi değil, ama kadın erkek ayrı oturmalıydık.


Erkekler memleketi kurtarırken biz bütün kasabayı Dilimizden geçirmeliydik.


Herkes birbirinin kocasına, karısına ''Falanca Bey'', ''Filanca Hanım'' diye hitap etmeliydi.


Yanlışlıkla bacağımız, göğsümüz biraz açılıverse Yüzümüz kızarmalı, hemen
toparlanmalıydık.


Kocam kırk yılda bir, bir tek atmalı, neşelenip bir hicaz şarkı mırıldanmalıydı.


Şehvetten uzak şefkate yakın bir cinsel hayatımız olmalıydı.


Gözümüzü birbirimizde açmış olmalıydık, öyle de sürüp gitmeliydi.


Harama uçkur çözmemeliydik.


Zaten etrafımızda evli barklı komşularımızdan başka kadın olmadığından...


Dükkánda çelimsiz çıraktan gayrı, öyle sekreter falan çalışmadığından...


Ortalıkta gidilecek bar mar bulunmadığından...


Mankenler bizim kasabaya uğramadığından...


Ve de kocam, efendi bir adam olduğundan beni aldatamazdı. Pakize SUDA


* * *


'' Birinin kadını olmak… ''




Başka hiç kimse tarafından dokunulmamak, konuşulmamak, bakılmamak hatta!
Biraz korunmak, biraz şımarmak…
Birkaç çeşit yemek yapmak, İstiklal Caddesi' nde sıkı sıkı elini tutmak, belki film izlemek ama mutlaka çekirdek çitlemek, bi yerlerde çay içmek, pazar kahvaltısı yapmak uzun uzun, sahilde yürüyüş yapmak gibi küçük, ama zor heveslerim var!


Neden mi?


Herkesin eli tutulmaz,
Herkesle film seyredilmez,
Herkesle çekirdek çitlenmez,
Herkesin kadını olunmaz da o yüzden!
İçinden gelmeli….
Hücrelerine kadar hissetmeli, dna’larına kadar bilmeli insan!
Düşünerek emin olunmaz, bir anda ya olunur ya olunmaz.
Bir de şu yakın geçmiş duvarları olamasa, kafa da hiç karışmaz ya, olsun! Oysa bazen tek bir söze ya da bir bakışa yıkılır bütün duvarlar….
Kek yapmayı da öğrenmek lazım aslında bi ara!
Sabahları uyandığımda “günaydın sevgilim” mesajlarını görmek istiyorum telefonumda.
Gün içinde özlediğim birisi olsun istiyorum. Özlemek istiyorum birini. Çok özlersem dayanamayıp gidip sarılmak istiyorum. Dayanamamak istiyorum!
Çalışırken, düşünmek istiyorum onu! Aklımda olduğu için gülümsemek istiyorum ara ara … Gülümsediğim için daha çok çalışmak….
Birini sevmek istiyorum; hiç kimseyi sevmediğim gibi, biri sevsin istiyorum beni, hiç sevilmediğim gibi….
Biri o kadar çok sevsin ki beni, hatalarımı da sevsin istiyorum!
O kadar çok sevsin ki; hata yapmaktan ödüm kopsun!
Kıskansın istiyorum biri beni! Sorsun istiyorum “neredesin” diye, “Hımm kim aradı bakayım” diye! Ben sormam ama, korkmasın. O sorsun!
'' Biliyo musun ne oldu?... '' ile başlayan heyecanlı cümlelerin sonuna kadar tahammül etsin istiyorum biri bana. Mutlaka ipe sapa gelmez bir şey olmuştur ama dinlesin sonuna kadar. Ya bi yavru kedi macerası yada işte ona benzer bir şeyler olmuştur. Ben her seferinde sanki bahçeyi kazmışım da hazine bulmuşum gibi heyecanla ve öneminin üzerine basa basa anlatırım ya, dinlesin işte. “ Ya, evet, çok mühim bir şeyler olmuş ” falan desin bi de sonunda….


Şimdi ben istesem İstiklal caddesinde birinin elini tutup gezemem mi?
İstesem benimle çekirdek çitleyip aynı anda film setretmeyi başarabilecek birini bulamam mı bi arasam?
Şimdi ben yalnız olmak istemesem, yalnız olur ve bunları da yazıyor olur muydum?
Hiç sanmam!


Birinin elini tutmakla, birinin elini, sıkı sıkı tutmak arasında çok fark var!
Ya tutarsın ya da tutmazsın ya da, tutmuş gibi yaparsın işte.
Ben yapmam!
Bunu zaten bilirsin.
Kimin elini tutacağını yani.
Deneyerek bulamazsın.
Sadece bilirsin.
Bilmek!
Açıklaması yok.


Ve ben elini sıkı tutmayacağımı bildiğim hiç kimseyle İstiklal caddesine gitmeyeceğim!
Heyecanla ve özene bezene olmadıktan sonra kimseye yemek yapmayacağım!
Repliklerin bir anlamı yoksa, kimseyle film seyretmeyeceğim.
Zaten çekirdeği unutsun bile, asla olmaz!
Birinin kadını olmak istiyor canım; biraz konuşmak, biraz şımarmak…


Çekirdek mutlaka olsun!” Yasemin Pulat




* * *


Yoğurt Kapları




Sabah bulaşık yıkarken ellerimin annemin ellerine ne kadar benzediğini
fark ettim.
Benzemekten de öte; tıpatıp aynısı olmuşlar...


Ergenlik çağlarımda (hakikaten çekilmez bir yeniyetmeydim) annemin
ellerine sinir olurdum.
Ya da şöyle diyelim: Sinir olduğum bir milyon sekiz yüz kırk altı şeyden
biri de annemin elleriydi.
Kadıncağızın beni sinir etmek için ellerine özel olarak yaptığı bir şey de
yoktu.
Uzun kırmızıya boyanmış cadı tırnakları falan veya lime lime olmuş tırnak
etleri gibi bir durum da yoktu.
Sadece şekilsizdi. Yani güzel değildi. Ve ben buna sinir olurdum.


'Hah' dedim kendi kendime 'şimdi senin de bir sıpan olsaydı o da sinir
olacaktı ellerine. Yeterince güzel değilmiş diye..'
Şimdi ise o eller biraz daha elimin içinde kalsın diye ne numaralar
çekiyorum...
Yok üşüdüm, tutsana elimi, yok kremi fazla sürdüm, alsana birazını,
tırnakların uzamış, törpüleyeyim mi..


Aslında düşününce, eller dışında da anneme her geçen gün daha çok
benziyorum.
Eskiden çok umurumda olmazdı şimdi evde ufacık bir dağınıklık olsa
sıkılıyorum.
Sabah kalkar kalkmaz temizlik yapmaya başlıyorum.
Hesapça çay demleninceye kadarki vakti değerlendirmiş olacağım.
Çay zift oluyor, ben hâlâ bir yerleri siliyorum.


Aynı annem gibi ben de masa örtülerini düzeltmeden yanlarından geçmiyor,
hoh yapıp silmeden aynalara bakmıyor, yerden gübür toplamadan
ilerleyemiyorum artık.


Aynı onun gibi sabah kalkınca uzun uzun camdan dışarıya bakmadan güne de
başlayamıyorum.
Esnafla iki kelimenin beli kırmazsam aynı onun gibi eksik iş yapmış
sayıyorum kendimi.


Daha az süsleniyor ama tıpkı onun gibi daha ç ok bakım yapıyorum.
Eskiden tek bir nemlendiriciyi üç kereden fazla kullanamayan ben artık
her gün sabah akşam sürüyorum.
Üstelik fındık tanesi kadar miktar, oldu artik ceviz tanesi kadar! Rimel
ise kurumak üzere..


Bu kadarla kalsa yine iyi.. Arkadaşlarımdan çok bitkilerimle konuşmama
ne diyorsunuz?
Ya da yalnızsam on iki dedi mi en şahane filmi bile seyrediyor olsam
kapatıp cup yatağa giriyor olmama?
Veya çantamda vızıldayan bir çocuğa verilmek üzere BONBON taşımaya
başlamama?


Ben de şaşırıyorum ama gerçek.
Annemde dalga geçtiğim ne kadar şey varsa hepsini ben de yapıyorum
artik!...


Tek kaygım şu: Bir gün ben de YOĞURT KAPLARINI biriktirmeye başlayacak
mıyım acaba?
Aklımın almadığı tek şey bu. Bütün dolap içleri yıkanmış, kurulanmış
yoğurt kaplarıyla dolu.
Hepsi küçük kuleler şeklinde üst üste dizilmiş, kuzu kuzu bekliyorlar. .


Kapakları da elbette mevcut.
Onlarca değil yüzlerce!


Ne diyeyim...
Bir gün elimdeki yoğurt kabını deterjanlarken anlarım herhalde kap
biriktirmenin esbab-ı mucibesini.. .


***


Bu yazıyı geçen sene yine bu günlerde yazmıştım..
'Anneler günü' vesilesiyle biraz değiştirerek yeniden yayınlamak
istedim..
Çünkü hatırlatmak istedim ki annelerimizde kızdığımız, kırıldığımız,
dalga geçtiğimiz, hafife aldığımız, lüzumsuz gördüğümüz, saçma bulduğumuz ne kadar huy, alışkanlık, arzu, istek varsa bir gün hepsini kendimiz de edineceğiz . şakanızı, siteminizi yaparken bunu unutmayın istedim.


Üstelik bazen sadece alışkanlıklar değil bahtlar da annelerden kızlara
miras kalabiliyor. İyi veya kötü..


Onları eleştirirken, yargılarken bunu da düşünün istedim..


Çünkü..


Ben..


Artık..


Yoğurt kaplarını biriktirmeye başladım. Tuğçe Baran


* * *


Hiiiç, “ben yapmam” demeyin.


“Yaşlılığa daha çok var” da demeyin.


Ben bir liste hazırladım. “Yaşlanınca yapmayacağım” listesi...


Gelin siz beni dinleyin, bu yazıyı buzdolabında magnetin arasına sıkıştırın. Arada bir okuyun.


Hatta eklemeler de yapın.


Elbet zamanı gelir...




***




- Kadınsam saçımı platin sarısına, erkeksem kızıl kahveye boyatmayacağım.


- Yanılıp bıyıkları da boyayıp, iki gün sonra sarı kara bıyıklarla gezip çoluk çocuğun maskarası olmayacağım.


- Kadınsam dar paça dar jean, erkeksem Hawaii gömlekler giymeyeceğim.


- Şapka takmayacağım.


- Konuşmalarımın, örneklerimin her öznesi “Ben” olmayacak.
“Ben böyle yaptım”, “Ben var yaaa...”, “Ben meslekteyken” demeyeceğim.


- Tanıdıkların iş yerlerine de gitmeyeceğim.


- Gidersem de 10 dakikadan fazla kalmayacağım.


- Hele hele, “siz işinizi yapın ben çayımı içerim” deyip saatlerce oturmayacağım.


- Telefon açmadan emrivaki yapıp kapılarına dayanmayacağım.


- Çok konuşmayacağım, çok konuşmayacağım, çok konuşmayacağım...


- Her muhabbete atlayıp durmadan anılarımı anlatmayacağım.


- Açılan her konuyu kendi anıma dayandırmayacağım.


- Anıları da abartmayacağım.


- Unutup aynı anıları tekrar tekrar anlatmamak için çevremdekilerden yardım isteyeceğim.


- Kibarca, “evet, daha önce anlatmıştınız” diyenleri duymazdan gelmeyeceğim.


- Restoranda, yolda gürültü yapan gençlere, çocuklara bakıp “cık cık cık” yapmayacağım, asabi asabi kafa sallamayacağım.


- Kimseye “gençliğinizin kıymetini bilin” demeyeceğim. zaten bilmeyeceklerini unutmayacağım.


- Genç kızlara, “Saçınızı boyatmayın, makyaj yapmayın; gerek yok. Zaten ileride mecbur kalacaksınız” demeyeceğim. Çünkü asıl o zaman yapılmayacağını bileceğim.


- Bir olayı anlatmam 2 saat sürmeyecek. Kısa giriş, mümkünse az gerekçe ve hemen sonuç...


- Erkeksem önleri artık olmayan saçlarımı uzatıp, ense kökünden at kuyruğu yapıp, çapkınlığa çıkıp “kart zampara” olmayacağım.


- Kadınsam estetiği dozunda bırakacağım. 70’lik bedene çekik ve şiş 30’luk surat yaptırmayacağım.


- Fuşya, parlak sarı ve lame kıyafetlerden uzak duracağım.


- Her konunun en doğrusunu bildiğimi sanmayacak, daha da önemisi bunda diretmeyeceğim.


- Sinirli olmayacağım.


- Kendimi sevimli sanmayacağım.


- Karşı fikirlerle karşlaştığımda hırçınlaşmayacağım.


- “World is against me” sendromuna girmeyeceğim.


- Biraz da arabeskleşip “öldürmeyen düşman beni kuvvetlendirir” girdabına düşmeyeceğim.


- Hayatı kendi yaşadıklarımdan ve duyduklarımdan ibaret sanmayacağım.


- Herkesi kendim gibi emekli sanmayacağım.


- Telefon edip direk konuya dalmayacağım, “Müsait misin?” diye soracağım.


- Telefonlarıma cevap verilmediğinde, ısrarla aramaya devam etmeyeceğim. Müsait olmadığını düşünüp, hemen alınmayacağım.


- Gençken kariyer ve para peşinde koşmaktan, birtakım hobiler edinmeyip, şimdi yapacak bir şey bulamayıp sudan çıkmış balığa dönmüşsem, artık zor da olsa bunları yapmaktan vazgeçmeyeceğim.


- Gençken para, kariyer peşinde koşacağım diye hısım akrabayı, arkadaşlarımı ihmal edip, görmezden gelmişsem, çevremi dağıtıp, şimdi maymun gibi ortada tek başıma kalmışsam, bu saatten sonra yalnız kalmama uğruna kurulacak arkadaşlıklara çok dikkat edeceğim.


- Acımasız olmayacağım...


- “Ben nasıl yaptım, onlar da yapsın efendim!” demeyeceğim.


- İnsanın kırk yaşına kadar geçen yıllarının bir kitap, geriye kalan yıllarının da o kitabın eleştirisi olduğunu savunmayacağım.
Ama hem savunmayıp hem de uygulamayacağım.


- “Eğlence gençlikte günah, yaşlılıkta çılgınlıktır” felsefesini ilke edineceğim.


- Sakin bir sahil kasabasına yerleşip iyice bunalıma girmeyeceğim.


- O sessizlikte denize bakıp bakıp geçmişimle hesaplaşıp, gelecek göremeyip kendimi iyice yaşlanmaya bırakmayacağım.


- Mümkünse yaşadığım şehrin en kalabalık merkezine yerleşeceğim.


- Pembe toka takmayacağım.


- Çocuk büyütmek üzerine akıl vermeyeceğim.


- Herkesin kocasının benim kocamla aynı karakterde olduğunu farzedip bu doğrultuda akıl vermeyeceğim.


- Sevişmediğin bir adamla da evlenebileceğini söyleyenlerden olmayacağım.


- Bu listeyi de saklayıp her sene yeni maddeler ekleyeceğim.


***


Var mı artıran... P. SUDA


* * *


Bir erkeğin hayatına kim bilir kaç kadın girer ve çıkar?
Hangisine ''sevgilim'' hangisine ''kadınım'' diye hitap eder acaba? '' İkisinin arasında ne fark var ? '' diyeceksiniz. Elbette çok fark var. Bir erkeğin hayatına giren kadınlar ''sevgili '' dir. Ama bir tanesi vardır ki; ona ''KADINIM'' diye hitap eder.




Sevgilim dediği; hoş vakit geçirdiği, bazen boşluğunu dolduran, bazen hüzününü dağıtan, bazen onu eğlendiren, bazen onu dertlerinden uzaklaştırandır. Hatta onunla evlenebilir de... Çocukları bile olur. O artık çocuklarının annesidir. Bir insan olarak onu sever. Ona zarar gelmesini istemez. Bir zaman sevgilim dediği şimdi resmi olarak karısıdır.




Bir erkek ''kadınım'' diyorsa, bu sözcüğe yüklediği anlam bambaşkadır. Onun içinde şevkat, sevgi, aşk, sahiplenme, ait olma, kıskançlık, gurur, koruma hissi ve kimseyle paylaşamama vardır. Hayatının anlamı vardır artık. Adeta O' nu bulmak ve onunla yaşamak için doğmuştur. O' nun olmadığı bir yaşamı düşünemez. Onun için canını verebilir. Bu aşktan da öte bir şeydir. Bu bir tutkudur.




Bu şekilde hitap edilen kadın da, kendini özel ve önemli hisseder. Bu onun için sıradan olmayan bir ilişki ve aitliğin göstergesidir çünkü...'' Kadınım '' çok sihirli ve özel bir sözcüktür çünkü... O nedenle, erkeğin bu sözcüğün kadın ruhunda yarattığı anlamı bilmesi gerek! Ona kaç erkek bu şekilde hitap etmiştir ki...




Erkeğin kadını olarak hissettiği ve '' kadınım '' dediği kişinin resmi nikahlı karısı olması da şart değildir. O' nu karısı gibi düşündüğü için '' karım'' da diyebilir. Bu duyguların en güzel örneğini ünlü şair Bedri Rahmi Eyüboğlu yaşamıştır. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Hanım' la evlidir. Ancak Mari Gerekmezyan'a aşık olmuştur. Mari, Bedri Rahmi Eyüboğlu' nun asistanlik yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi' nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiştir.


1949′ da bir gün İstanbul Büyük Kulüp’ teki bir toplantıda davetliler, Bedri Rahmi Eyüboğlu' ndan bir şiir okumasını isterler. Eyüboğlu ayağa kalkar ve Karadut' u okumaya başlar:




'' Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.''




Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzülür. Salondaki herkes niye ağladığını anlamıştır. Çünkü aşklarını bütün İstanbul bilmektedir. O anda yanında oturan Eren Eyüboğlu da anlamıştır. Çünkü şiirde '' kadınım, kısrağım, karımsın '' dediği kadın, kendisi değildir.


Görüldüğü gibi erkekler sadece nikahlı karılarına kadınım ve karım kelimelerini kullanmıyorlar. Bu bambaşka bir duygu. Çünkü bunun adı aşk.! Doğa üstü bir duygu. İnsanın vücut kimyasını değiştiren, ruhunda volkanların patlamasına neden olan bir duygu. Onu bulduktan sonra kaybetmek ise çok acı verir.


Bu yazıyı yazdıktan sonra fikirlerine güvendiğim erkek arkadaşlarıma sordum; hangi kadına kadınım diye hitap edersin? diye...
'' Kadınım kelimesinin içinde cinsellik vardır. Çok özel biri olması gerekmez '' dediler.
Çok hayret ettim. Oysaki kadın gözünde ve kadınca duygularda; ''kadınım'' çok özel bir sözcüktür ve her kadına söylenince anlamı kalmaz.


Şimdi diyeceksiniz ki, sen bu duyguları bu kadar iyi nereden biliyorsun. Çok haklısınız.


Peki bana '' KADINIM ''diye hitap edilmiş olamaz mı?


* * *


'' Terk edilmek ''


Terk edilmek çok zor bir durum. İnsan kabullenemiyor bir türlü. Yakıştıramıyor kendine. Sanki terk edip giden karşısında maçı mağlup bitirmiş gibi bir duygu hali çöküyor omuzlarına insanın. Omuzlar çok zayıf, yük çok ağır geliyor o terk edilme anında.


Her ne kadar o yük ile yaşamaya alışsak da bir süre sonra… Bu yüke alışmamız yükün hafiflemesinden değil… Biz, omzumuza binen her yükle biraz daha güç topluyoruz galiba.


Ortaokulda, lisede, daha hayatımızın baharındayken, ilk gençlik aşklarımızla yaşıyoruz ilk terk edilişleri. Bazen sevgili terk ediyor bizi, bazen de aşk!


Sevgili terk ettiğinde mahzunlaşıyor, kendimizi yapayalnız hissediyoruz bir anda. Aşk terk ettiğinde ise, yoksullaşıyor gönlümüz. Sevgililer bize ulaşamıyor, biz sevgililere… Yoksul gönüllerimiz öylesine bakıyor mutluluklara. Çaresiz, umutsuz, kırılgan. Cesaretimiz olmuyor yeni bir sevgiliye yaklaşmaya… Aşksız sevgili olmuyor çünkü. Sevgilisiz aşk ise… O da olmuyor be! Sevgiliyi aşk getiriyor, aşkı sevgili yaşatıyor.


Sevgililerimiz terk ediyor bizi… Aşklarımız terk ediyor… Pamuk yüzlü nenemiz, dizinde masalların en güzelini dinlediğimiz, gözlerinin içi gülen dedemiz terk ediyor önce… Bazen bizi minicik yaşımızda, hayatla bir başımıza bırakıp giden annemiz, babamız terk ediyor…


Her terk edilişi bir başkası izliyor hayatımız boyunca. Hayatımızdaki özel insanların bir daha hayatımızda olmayacağı gerçeği, her defasında bir tokat gibi patlıyor yanağımızda! Her defasında diğer yanağımızı çeviriyoruz sanki gelen yeni tokada. İsyan etsek, diklensek ne fayda! Tokatlar ömrümüz boyunca bitmiyor ki! Her tokat bir başka terk ediliş, her terk ediliş bir başka yalnızlık...


Terk edilmek çok zor bir durum. Bu zorluğu yaşamak, üzülmek, sarsılmak, yıkılmak için ille de kalbimizde oluşan çatlakların genişleyip çoğalması, gönül sütunlarımızı parçalaması, bizi ayakta tutan tüm kolonları dağıtması gerekmiyor. Başka diyarlarda parçalanan hayatlar, başka ruhlarda açılan yaralar da dağlayabiliyor kalplerimizi. O hayatlarla hayatlarımız birleşiyor sanki bir anda; beraber üzülüp, beraber ağlıyor, beraber kahroluyoruz. Hiç tanımadığımız, hiç bilmediğimiz kalplerin yaraları, bizim içimize kanıyor, o gözlerden akan yaşlar bizim yanaklarımızı ıslatıyor.


Şehit edilen yiğitlerimizin cenazelerini izlerken, kim bilir kaçıncı kez aynı duyguları yaşadık. Kim bilir kaçıncı kez isyan ettik! Hep beraber, o gencecik çocukların babası olduk yıkıldık, annesi olduk ağladık… Hayatta yapayalnız kalmış kardeşleri olduk ağıt yaktık… Yavukluları olduk, tazecik sevgimizi onlarla birlikte kara toprağa verdik… Onların hiçbirini tanımazdık, bilmezdik ama onlar gidince bir kez daha yalnız kaldık… Bu soğuk kış gününde, onlar toprağın altında, biz burada üşüdük.


'' Ateş düştüğü yeri yakar '' derler… Bu nasıl bir ateştir ki, tüm anaların, babaların, kardeşlerin, yavukluların kalbini yakıyor?


Bu nasıl bir cehennemdir ki, sadece insan olanların yüreğini dağlıyor da, insanlıktan nasibini almamışlara dokunmuyor bir türlü. İnsan olmanın, insanları sevmenin bedeli bu kadar ağır olmamalı!


İnsan olmak ne zamandan beri cezalandırılır oldu?!.. Hani iyi insanlar, ödüllendirilirdi?.. Hani iyi insanlar mutlu olurdu?.. İnsan olmamızın ödülü acı mı, sevdiklerimizden ayrı düşmek mi, her yeni güne kahrolarak başlamak mı?..


Terk edilmek çok zor bir durum. Yaşanan; acı, üzüntü, çaresizlik ve yalnızlık. Yaşanan; kimsesizlik.


Terk edilmek, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeği ile yaşamak zorunda kalmak.


Terk edilmek, insan olmanın bedeli.


Terk edilmek, sevdiklerimizin değerini bilmemiz, onlara daha sıkı sarılmamız için hayatın bize verdiği en acı ders.


Bu dersten kaçmayı, kaytarmayı o kadar çok isterdim ki. Ne çare kaçamıyoruz bu dersten. Nerede olursa olsun bizi bir yerlerde yakalayıp, veriyor notunu hoca!


* * *


Ne çabuk gelişti her şey, farkına varamadan oldu ve bitti. Zamansız bir vedaydı, eksildim. Şimdi ne varsa aşka, vefaya, özleme dair, hepsi içimdeki yerini değiştirdi.


Gidişlere alışık bir yürek için, ayrılık zor değildir. Bunu da atlatırım ancak zamanı değildi. Sen gittin, bıraktığını zannettiğin beni de sürükledin.


Yalnızlık ne ağır bir yürek sancısı, ne parçalayan bir vurgundur bilemezsin. İçini kemiren kaygıların, mantığının önüne geçer. Şiddetli bir fırtınadan geriye ne kalırsa, ayrılığın ardından o kadar virane kalır insanın ruhu. Kaldı ki, ben bitişlere alışığım ama bu zamansız oldu.


Gittiğin yerde daha mutlu musun diye düşünmeyeceğim. Öyle olacağına inanmasan gitmezdin. Vardır mutlaka bir bildiğin, yoksa bilmeden mi gittin? Bir maceradan öteye geçmeyecek ama ruhunu besleyecek bir yolculuksa çıktığın, gönlün rahat git, ben o duyguyu bilirim. İnsanın arayışlar içinde kendi çemberinde dört döndüğü uzun zamanlardan sonra, zincirlerinden kopma ihtiyacıdır bu hareketin, anlarım.


Sadece zamansız oldu… Bu gidişin hiç sırası değildi.


Her ne kadar zamansız da olsa bu bitiş, senin adına dua edeceğim. Beni düşünme, tadını çıkar yeni yaşayacaklarının. Ama yaşayacakların, geçmişindeki bağlardan koparmasın. Sırtında bir yük gibi taşıma, ama hep cebinde tut derslerini. Deneyeceğin acılar ve kahkahalar zenginliğin olacaktır, doğru değerlendir.


Bir gün arayıp haber ver mutlaka, çünkü ben merak edeceğim bu yolculukta ne kadar büyüdüğünü…


* * *


Hiçbir karşılaşma tesadüf değildir. Hiçbir hissediş, düşünüş, bakış, algılayış, seziş de öyle... Hatta bunların tersi de tesadüf değil.


Alışveriş yaptığımız market, yemek yediğimiz lokanta, su içtiğimiz çeşme, yürüdüğümüz kaldırım ve orada yanlarından birer yabancı olarak geçip gittiğimiz insanlar...
Tesadüf gibi görünen karşılaşmalar, yolu sorduğumuz herhangi biri, hafifçe çarptığımız insan...


Bize gülümseyen küçük bir çocuk önümüzden aniden uçuveren kuş...
Gün boyu yaşadığımız en basit olay bile herhangi bir zihinsel, fiziksel, ruhsal yada duygusal bir olayın tetikleyicisi olur.


Küçük ya da büyük... Bazen hiç hesapta olmayan durumların içine çekiliveririz. Hayal bile etmediğimiz olayları yaşarken buluruz kendimizi...


Bir martı çığlığı,bir satıcı bağırışı, alır götürür bizi yıllarca ya da yollarca uzaklara... Hem öğretmen hem de öğrenciyizdir her ilişkinin içinde.
Doğduğumuz aile, gittiğimiz okullar, sıra arkadaşımız, sevgilimiz , eşimiz, çocuğumuz vs..
Her ilişki, farklı bir yönümüzün aynasıdır. Ve bizler de onlar için birer aynayız.


Farkındalığımız yükseldikçe, durumları ve ilişkileri yaşarken, kendimizi ve yaşanılanları gözlemlemeye başlarız. Ve eğer yaşadıklarımıza yüksek idrakle bakabilmeyi başarırsak, o ilişki ya da durumu ne için yaşadığımızı kavrarız.
Düğmelerimize en fazla basan insanlar, en iyi öğretmenlerimizdir. O ilişkide kurban olmadığımızı anlar, ilişkinin bize neyi getirdiğini kavrar, ya da almamızı gerekeni alır yolumuza devam ederiz.


Eğer bunu yapamazsak, o ilişkide ya da durum içinde tutsak olur, ya da almamız gereken dersi alıncaya kadar daha travmatik durumları tekrar takrar yaşamaya devam ederiz.


Bazen bazı insanların hayatına yalnızca katalizör olarak gireriz. Onların hayatlarında değiştirmesi gereken durumun düğmesine basar ve sessizce çekiliriz. Ve yüksek farkındalık içinde kalırsak, yaşanılan durumdan etkilenmeden, arkamıza bakmadan yolumuza devam ederiz.


Özet olarak, en büyük düşmanımız en iyi dostumuzdur aslında. Çünkü bizde en büyük değişime neden olur genellikle...


Ve her karşılaşma kutsaldır. Karşımızdaki insanın tanrısallığını kabul edip o şekilde yaklaşırsak, nefreti, öfkeyi, suçluluk duygusunu, o insana karşı sorumlu olduğumuz ve o ilişkiye mahkum olduğumuz duygusunu ve kini söküp atarız varlığımızdan.


Yaşadığımız her durum, tanıştığımız her insan öğretmenimizdir. Ne kadar kısa sürede öğrenirsek öğrenmemiz gerekenleri, alırsak gereken dersi; yaşadıklarımızı çözüp, iç huzuruna, mutluluğa kavuşuruz.


...


Affetmekten konu açıldı geçen gün. Herkes affetmekten söz ettiğini sanarak "unutma"yı anlattı!.. Sesimi çıkarmadan dinledim. Bu yanılsamayı bozmak, zarif fakat süsten başka işe yaramayan bir porselen bibloyu kırmak olacaktı! Vazgeçtim.


Hayatım boyunca, ne olup bittiyse, neye kırıldıysam, ne canımı yaktıysa... Düşündüğümden daha çabuk affettim! Hatta kendime "affetme mevkii"ni biçmeyi yadırgadım, ayıpladım. Ama bazı şeyler var ki, ah!. Nasıl bir bela! Affetsen bile unutamıyorsun!


Düşünüp tasarlayarak affedemeyiz. Yaralı bilinç kolayca anlayışlı olabilir ama bağışlayıcı olmakta zorlanır.


Affetmek için zamanın ve vicdanın el ele vermesi ve insanın içindeki kibir çekirdeğini yenebilmesi gerekir.


Almak isteyen affedemez! Çünkü affetmek vermektir.


***


İlişki bitince her şeyin biteceğini sanıyor ve aldanıyoruz.
Oysa her güçlü ilişki kuytuda bir yerde uzun yıllar yaşamayı sürdürecek izler bırakır.
Bazen ilişki biter ama aşk kalır...
Bazen ne ilişki kalır geriye, ne aşk ama bir bakarsınız ki, nefret ortalığın tozunu atıyor!
Bunların nedeni ayrı! Zaten popüler kültür sakız gibi çiğneyip duruyor bu konuları.
Ama şu çok açık...
Aşkın karşıtı nefret değil, kayıtsızlık!


***


***


Hep unutuyoruz: Romeo ve Jülyet yeni yetmeydi... Yani çocukluğun o asude ve korunaklı neşesinden henüz çıkmış ve belirsiz bir geleceğe doğru "fırlatılmış" olmanın hüznüyle birbirlerine tutunmuşlardı!


***


Aşk... Bir tür ergenlik hali... Âşıklarla ergenler o yüzden mi birbirlerine benziyor? Ah insanı elden ayaktan düşüren o heyecan!


***


Şehri bırakıp doğaya, bağa, bahçeye gidenlere imreniyorum. Ben yapabilir miyim bunu? Sanmam! Ben bir limon ağacım olsun istemiyorum. Ben limon ağacı olmak istiyorum.


***


Sükut ya cehaleti saklamaya ya da şiddetli bir patlama için öfke biriktirmeye işaret ediyor. Ya sükunet?.. Sükut, sükunetle ilişkisini kopardı! Oturup sırf bunun için ağlayabilseydik keşke!


***


Flört dediğimiz şey artık bir tür piyasa... Orada "sevme"nin değil, "sevilme"nin değeri yüksek! Herkes neden durmadan birbirine eski sevgililerini anlatıyor sanıyorsunuz? Ne kadar sevildiklerini ve ne az sevebildiklerini kanıtlayabilmek için!


***


Hep iki "kişi"yi severek başlarız... Biri sevdiğimizin yanımızdaki hali, diğeri bizden uzaktayken zihnimizde bıraktığı iz. Bu ikisi birbirinden öyle farklıdır ki bazen, iki ayrı kişi gibidir. Sonra sürekli birlikte yaşamaya başlarız. Aylar, yıllar geçer. Sevgimiz eksilmiş gibi gelirse, bundandır!


***


Dokunmak kadar açık seçik, bağıra bağıra şarkı söylemek kadar ferahlatıcı ve bir ikindi vakti toprağa uzanıp uyumayı andıran bir sevgi var mıdır? Olmalı.


***


kuşaklar boyu insanlar objektif karşısında gülümsemekte zorlandı, tutuk kaldı. Hele dişlerini göstererek gülümsemeyi hiç uygun bulmadı.
Eski resimlere, hele siyah beyaz çağının fotoğraflarına bir bakın, göreceksiniz.
Gülümsemeler belli belirsizdir. Kaşlar, gözler, bedenler kasılmıştır.
Herkes bir an önce çekimi gerçekleştirip objektif karşısından uzaklaşmak için tetikte bekler!




***


Çoktandır durum değişti..
Fotoğraf makinesi ortaya çıktığı anda...
Depresyondan kırılan, öfkeyle somurtan suratlar gülümsemeye geçiveriyorlar.
Hem de ne gülümseme!
Öyle manken, model işi değil! Hatta gülümserken güzel görünüldüğü için bile değil!
Yeni poz kültürü bambaşka bir gülümseme üzerine kurulu!
Ne kadar tatsız, keyifsiz olunursa olsun, deklanşöre basılmadan hemen önce bütün dertler bir yana bırakılıyor. Sırt dikleştiriliyor; sonra hafifçe yan dönüp mümkünse dişler gösterilerek poz veriliyor. Güçlü vaatlerle dolu ve gururlu bir gülümseyişle!..


***


Neden mi?
Çünkü o fotoğraflar Facebook'a konulacak, Twitter'da görücüye çıkacak.
Fotoğraflar artık basitçe bir "hatıra" özelliği taşımıyor.
Fotoğraflarımız kimliğimiz, kişiliğimiz, hayatımız hakkında bir hikâye ve güncel bir duyuru, bir ilan, hatta apaçık reklam!
İşte o yüzden yeni bir gülümseme tarzı var.
Hani nasıl reklam sektöründe cinsellik satıyorsa...
Sosyal medya âleminde de mutluluk ve eğlencenin piyasası yüksek!
Poz poz gülümsemeler, o parlak dişler, o kahkahaya çeyrek kala haller bundan...
"Hayatımız" mutlu bir fotoğraf artık...
Ya da pek eğlenceli bir video...
Ama gerçekte mutsuzluktan kırılıyormuşuz, ne gam!


***


Yüzlerdeki yorgunluk!
Saflık belki! Saflıkta inat! Ama gerçekten anlayamıyorum: nasıl oluyor da müzikli lokallerde kadınlı erkekli gruplar avaz avaz bir neşeyle "unut, sevme beni" diye şarkılar söylüyor; nasıl oluyor da "bu aşkın sonu, ne yazık ki hicran, gözyaşı dolu" diyerek göbek atıyorlar? Neşesi yapmacık, hüznü bulanık kaçıncı "fasıl"dır bu, bilen var mı?




***


Modern insan gizli gizli dua edip yalvarıyor: "Tanrım, ruhumu kurtar benim!" Ve işte tam o anda derin bir endişeye kapılıyor: "Ruhum var mı benim, kaldı mı?"


***


"Adil yasaların varlığı bir toplumu adil kılmaya yetmez. Bunun için o toplumda adalet fikrinin sürekli tartışmaya açık kalması gerekir" diyordu C. Castoriadis. Doğru! Fakat adalet fikrini sürekli tartışmaya açık tutmak çok zordur. Çünkü iki güçlü sosyal kesim; memurlar ve tüccarlar bunu önlemek için her şeyi yaparlar.


***


Zararsızlara ve tembellere iyiler diyoruz. Bu aptalca yanlış bizi bitiriyor.


***


Kıyı kasabalarını dolaşırken dikkatimi çekiyor: Çakıllı yerden denize girenler, bunun apayrı bir güzellik olduğunu bilenler her yıl biraz daha azalıyor. Kuma basmak bile istenmeyen bir şey olup çıktı. Bütün kıyılar iskelelerle kapatılıyor. Ayaklar çok mu narin şimdi? Bilmem! Zaten denize girmek istemeyen, yatıp güneşlenmeyi veya kıyıda "piyasa" yapmayı tercih eden yeni kuşaklar için bütün bunların bir anlamı yok! Peki çakılın suya kazandırdığı o büyülü, o oyuncu, o ışıklı saydamlığa ne demeli!.. Konu doğaysa eğer, konfor güzellikle zıtlaşıyor!


***


Arkadaşlık isteniyor, yetmiyor! Sevgililik isteniyor, bu kez de fazla geliyor! Flört kültürü bu çıkmazı aşamaz.
Çünkü hem eğlenceyi hem de sevip sevilmeyi aynı anda garanti altına alamazsınız.


***


50'lerinde bir grup kadın. Kafede karşımdaki masada oturuyorlar. Bir önceki kuşağın aynı yaştaki kadınlarına göre fazlasıyla zinde ve bakımlılar. Ama yüzlerinde garip bir yorgunluk var. Çok geçmeden anlıyorum: Yarış yorgunluğu bu. Soluk soluğa ve zorlu bir yarışta yarışçı olmanın yorgunluğu! Çocuklarını, eşlerini ve kendilerini yıllardır başkalarıyla ve başkalarının çocuklarıyla, eşleriyle yarıştırıp duruyorlar... Kafedeki kadınların yüzlerine bakmaya devam ediyorum: Sevgiler, nefretler, acılar, sevinçler, ihtiraslar, kazançlar, kayıplar. Onlar da bir bir yüzlerine kazınmış. Ama sevinç yok! Tanrı'nın o güzelim kıvılcımı, sanki hiç yaşanmamış gibi; en ufak bir iz bile bırakmamış! Neden böyle?


***


İki temel sevme biçimi vardır: Yakınlarımızı (kardeşlerimizi, akrabalarımızı, iş arkadaşlarımızı, vd.) sevmek ve birini aşkla sevmek! Yakınlarımızı sevmek onlara katlanabilmenin en zarif yoludur çoğu zaman; birine âşık olmak ise hayattan kaçmanın en güzel yoludur!




***


Canımızı sıkan mecburiyetlerimizden, bizi çoğu zaman şapşallaştıran masumiyetlerimizden, altından kalkamadığımız yüklerden, kalbimizi sıkıştıran hınçlar ve kırgınlıklardan, bizi ille de kuyruğumuzu dik tutmaya zorlayan ilişkiler ve alışverişlerden, unutamadığımız yenilgilerden ve utandığımız yengilerden kaçarız... Ötekilerin arasından seçip ayırdığımız birine... Ve aşk olur! Hızla gerçekleşir bu! Ağır ağır olursa, hayata yakalanırız! Aşk isterken arkadaşlığa talim edenlerin sayısı bu yüzden çoktur!


***


Birini sevmek, ona koşmak, ona kaçmak, ona sığınmaktır. O yüzden çoğumuz "kapıyı vurup sokağa fırlar" gibi severiz.


***


Yaz akşamları...


Son zamanlarda Ege'de dolaşırken dikkatimi çekiyor.
Yeni apartmanlar, yeni mahalleler, yeni yaşam biçimleri yüzünden sadece balkon keyifleri değil...
Yaz akşamlarının o güzelim kapı önü muhabbetleri de yavaş yavaş tarih oluyor.
Bu değişime ayak diremek zor.
"Kapı önü" kalmayınca, muhabbeti nasıl sürsün!
Oysa bu gelenek oralarda kim bilir kaç yüzyıldır sürüyordu.
Kadınlar kısık sesli kıkırdaşmalarla günün dedikodusunu kaynatırken; çocuklar çiğdem çitlerken; aile reislerinden kimisi rakısını, kimisi demli çayını yudumlarken sokak kocaman bir "misafir odası"nı andırırdı.


* * *


Yok! Anlatmak istediğim tam olarak bu değil!
Şu an ne özel olarak Ege'den söz etmek istiyorum, ne de geçip giden bir kültürden.
Anlatmak istediğim şu...
Yaz mevsimini sevmek güneşi, denizi, tatili sevmek sanılıyor ya...
Nasıl da yanıltıcı ve modern bir kurgu bu! Deniz kıyısında tatil dediğimiz şey koskoca insanlık tarihinde topu topu 150 yıllık bir hikâye!
Yaz mevsimleri boyunca binlerce yıldır içimize işleyen, genetiğimize ve ruhumuza yazılan asıl "tat" başka bir yerde!
Nerede mi?
Akşamlarda...
Karanlıktan korkmadan, soğuktan ürpermeden sabaha kadar uyanık kalıp uzattığımız gecelerde...


* * *


"Ben yaz mevsimini çok severim" diyenlere şöyle bir bakarım.
Sadece güneşe dair bir şeyler anlatacaksa...
Tatil havalarından dem vuracaksa...
Sevdiği şeyin ne olduğunu bildiğinden kuşku duyarım.
İğde kokuları altında bir sedire uzanıp yıldızları seyretmemiş; sevgilisiyle balkonda oturup sabaha kadar fısıldaşmamış, şehrin ünsüz ve ıssız caddelerinde yaz geceleri tek başına amaçsızca yürümemiş, sıcak ve nemli bir gece tarihi bir türbenin duvarına yaslanıp "nereden geldik, nereye gidiyoruz?" diye kendine sormamış biri...
Henüz yaz mevsimini tam olarak tatmamış, anlamamış, hakkını vermemiştir!


***


Aceleye Gerek Yok ki...


Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.


Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız?


Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi?


Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.


Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz.


Gerçekte hız çağında yaşıyoruz Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.


Sevmeye bile vaktimiz yok bizim...


Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.
İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında Ama yine de vaktimiz yok işte!
Bence doğanın kara bir laneti Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor


Milan Kundera "yavaşlık" adlı kitabında; "yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur" diyor Telefon hızlılık mesela, konuşulanları,söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok.
Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.


Aceleye ne gerek var?


Hayat, yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş.


Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da, ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...


C. Dündar


Bazen aşk gider... ve hayatta gider onun peşinden terk edildiğin yerde öylece kalakalırsın bir sabah uyanırsın ki gözünü açtığın ömür senin ömrün değildir.

Aynada tek parça görünen bedenin aslında lime limedir nefes diye içine çektiğin ciğerlerinde parçalanmış aşkının cam kırıklarıdır her sabah ölmeyip neden uyandığına lanet edersin bazen aşk gider önünde bir kadeh rakı küllükte bir ölüm dolusu izmarit öylece bakakalırsın arkasından..kulağın hiç çalmayacak olan telefondadır zaman dursun saatler hiç geçmesin istersin tanrım ne olur gerçek olmasın ne olur güneş doğmadan geri dönsün teninde baksa tenin kokusunu getirse bile dönsün yeter ki hiçbir şey sormam ona bu geceyi yaşanmamış sayarım unuturum yeter ki aşık olmasın...içimde durmaksızın çığlık atar dualar ama bazen aşk gider ve o çaresizce yalvardığın tanrı bile gider peşinden sonra sabah olur güneş doğar aşkın gelmez bir türlü bir gecede değişir ömrün o bir türlü inanmak istemediğin kader seninle alay eder gibidir...ömürünü adadığın yıllarını önüne serdiğin aşkın bir gecede başka bir hayata karışmıştır işte bir gecede bir başkasının aşkı olmuştur İNANAMAZSIN!

Bazen aşk gider..Ve sen yıllardır içinde yaşadığın yürekten valizler dolusu anılarla kendi yalnızlığına taşınırsın... Elin varmaya varmaya boşaltırsın dolapları...

Çekmeceden çıkan her giysi parçası onunla geçirdiğin anıların tarihiyle ağırlaştıkça ağırlaşır... Onun kollarında geceler boyu cennet uykularına karıştığın yatak sen giderken utancından bakamaz yüzüne bakamaz Doğmamış bebegin yerine koyup büyüttügün cam önündeki o küçük mor menekşe yapraklarına kondurduğun veda öpücüğüyle büker boynunu.. Valizlerini kapının önüne yığıp yüzün sırılsıklam son bir sigara içip yığılırsın koltuğa Gidiyorsundur işte...

Aşkını kendi ellerinle bir başka aşka teslim edip... Ömrünü onun ömrüne, hayallerini onun hayallerine, sevdanı onun sevdasına ekleyip... Bazen aşk gider... Ve adresi değişir evinin... Sesinin tonu değişir, yüzünün rengi... Yastığının sıcaklığı, yedigin yemeğin tadı uykuların değişir Ve rüyalarin her aksam açıp girdiğin kapıdan başka bir sevda giriyordur artık... Her gün oturduğun koltukta o bakmaya doyamadığın gözlerin ışığında bir başka sevda oturuyordur Yıllardır evinde ağırladığın, masalarına konuk olduğun, hayatlarını paylaştığın dostlarının kahkahaları arasına bir başka ses karışıyordur artık... Senin gölgene alışkın duvarlar bile çoktan kabullenmiştir yokluğunu Her gece uyuduğun yastığa bir başka sevda bırakıyordur kokusunu..

O öpmeye kıyamadığın dudaklarda bir başka sevdanın adı Aşkının o tek cennet bildiğin uykularında bir başka sevdanın rüyaları Bazen aşk gider ve anılarda gider peşinden... Siz hiç o yüreğinize sığdıramadığınız aşkınızı bir başka sevda için ağlarken gördünüz mü?... Ben gördüm!... Kör oldu gözlerim onunla sevdasına ağlamaktan Bir alev topu gibi onun için çığlık çığlık yanarken siz hiç aşkınızın önünde diz çöküp "Bu kadar çok seviyorsan bırakma onu, sana kıyamam ne olur git," diye yalvardınız mı?... Onu bir başkasınınn kollarında düşünürken siz hiç geceler boyu aklınızı kaçırmamak için kendi kendinize bağırdınız mı: "Unut onu, unut onu, unut onu ya da ÖL!..." içinizdeki o durmak bilmeyen yanğının acısını dindirsin diye kanatıncaya kadar bileklerinizi ısırdınız mı?...

Göz yaşları içinde yastığınıza gömülüp her Tanrı'ya sığınmak istediğinizde artık başka bir yüreğe sevdalı olan aşkınızı ondan geri istemekten utanıp dua etmekten vazgeçtiğiniz oldu mu hiç?... 
Siz hiç yana yana sevdiginiz bir sevgilinin yanına gençliğinizi serip güle güle baska bir aşka uğurladınız mı?...

Bazen aşk gider!...

Ama ölüm gelmez bir türlü... Ne yapsanız öfke duyamazsınız, giderken bir kibrit aleviyle ateşe verdiği ömrünün alevleri içinde eriyip giden yüzünüze silinip giden kokunuza, kül olan yüreğinize dönüp bir kez bile bakmayan o sevdanıza...

Anlarsınız aşktır bu, öfkeyi bir türlü yurduna kabul etmeyen.. Vefasız bir unutusa kurban olsa da solup gitmeyen Hayattan soğutup size ölümü özleten...

Ölü bir bedende canlı kalmakta direnen... Anlarsınız aşktır bu...

Bazen aşk gider...

Günler geçer ardından ve aylar...

Bazen de yıllar...

Bebekler büyür, insanlar yaşlanır, insanlar ölür eşyalar eskir, evler yıkılır, kurur ağaçlar... Sokakların adı değişir...

Acılar belleğin acımasızlığına teslim olur...

Sevilen unutur, seven yanar..

Bazen aşk gider...

Ya da siz gittiğini sanırsınız.

Aşkta Yarın Yoktur Sevgili 

Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur... 

Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında. 

Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de... 

Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan... 

Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye... 

Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya... 

İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...

İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu... 

Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...
Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek... 

Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili...

Cezmi Ersöz
bozli