'' ...
70' li yıllarda çocukluğunu yaşayanlar, büyüklerinden ''Şimdiki çocuklar çok şanslı!'' sözünü çok sık duyarak büyüdüler. Ama şimdiki kuşak, çocuklarına aynı şeyi söyleyemiyor. Bu çağın çocuklarının yaşadıklarının şans olup olamadığından kimse emin değil. Bir yığın tüketim ürünüyle donatılan hayatlarında, şimdiki çocuklar çok yalnız. Yaratıcılığı kışkırtan ''yokluk ortamında'' değil; sıkıntıyı büyüten, derin bir tembellik ve umursamazlık yaratan ''bolluk ortamında'' büyüyorlar. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan çocukların büyük çoğunluğu eriği ağaçta değil, manavda görüyor. Ayva çalmak, dut çalmak nedir bilmiyorlar. Acaba kaç tanesi gölgeli, serin bir bahçede, tulumbadan buz gibi su çekip ayaklarını yıkamıştır? Şimdiki çocuklar, her akşam bahçe sulama işiyle görevlendirilmenin o dayanılmaz sıkıcığını da bilemeyecekler. Çünkü artık yazlıkların fazlaca özenilmiş, gürbüz ama aptal çocukları andıran bahçelerini sulama işini babalar kimselere bırakmıyorlar.
60' ları bilmem, ama 70' lerde çocuk olmanın en güzel yanı '' özgürlük '' duygusuydu. Gerçi bunun anlamını bilmiyorduk, çünkü bütün arsalar, bahçeler, sokaklar, parklar, deniz kenarları bizimdi. Bunun bir çeşit çocuk özgürlüğü olduğunu, arsalar, yangın yerleri binalarla dolduktan; geniş, serin bahçeli evlerin yerini apartmanlar aldıktan, sokaklar arabaların egemenliğine bırakıldıktan sonra, büyüyünce anladık. Meğer şanslıymışız, çünkü özgürmüşüz!
Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, çocuklar için '' sokağa çıkmak '' deyimi vardı. Hala var belki, ama sokaklar çok değişti ve eskisi gibi güvenli değil. Sokağa çıkmak, tanımlanmış bir özgürlüğe adım atmaktı. Okuldan gelince bilgisayar karşısına geçilmez, sokağa çıkılır, akşam olup hava kararana, anneler yemeğe çağırana dek, kan ter içinde oynanırdı. Yaz tatillerinde sokağa çıkmak ise, tüm günü sokakta geçirmek demekti.
O yıllarda sokağa çıkma anlayışında genel eğilim; iki saatte bir ancak bir Murat 124, Anadol veya Renault 12 marka otomobilin, bir kaç at arabası ve faytonun geçtiği, çiğnenme tehlikesi olmayan, sakin sokaklarda çocukların yorulana dek oynamalarıydı. Hava kararmadan yoruldukları da söylenemezdi. Yine de orta halli ailelerin, gelenekçi- iyi annelerin çocukları, babaları işten döndükten sonra dışarıda kalmazlar, evlerine giderlerdi. Ya da '' Baban geldi, seni çağırıyor '' denince hemen eve yollanırlardı...
* *
'' ...
Gençlik her dönemde değişiyor, hatta zamanı onlar değiştiriyordu. 70' lerin küçük şehir gençliği romantikti. Klişeyi, özellikle klişe şiiri çok severdi. Kızlar hatıra defterleri arasında gül yaprakları kurutur, bebek resimleri biriktirirlerdi. Aşka düşkündüler. Toplumsal yargıların gölgesi altında gelişen aşk fikri, ''yuva kurmayı'' gerektiriyordu. Temiz aşklar, saf kalpler, en temiz duygular, dönemin klişe unsurlarıydı.
Hatıra defterleri 60' lı 50' li, hatta daha eski yıllardan beri sürdürülen bir gelenekti. Hemen her genç kızın, hatta ilkokul çağındaki çocukların birer hatıra defteri vardı. Az sayıda da olsa romantik ve duygusal erkek çocuklar da hatıra defteri tutarlardı. Ama genellikle bu defterlere kızlar itibar ederlerdi. Hatıra defterleri mümkün olduğunca süslü hazırlanır, kapağında ''Hatıra Defteri ibaresi bulunur, onlarca çeşiti satılırdı. Yaprakları uçuk pembe, mavi yavruağzı olur; büyük çoğunluğu kalplerle, çiçeklerle süslenirdi. Yuva kurma konusunda kararlı olan kızlar, sayfalarına bebek resimleri de çizilmiş olanları tercih ederlerdi. Bu tür defterleri olan kızlar, genellikle liseyi bitirmeden evlendiler, çocuk sahibi oldular ve haytın, defterlerinin yaprakları kadar pembe ve romatik olmadığını gördüler.
Hatıra defterleri özeldi, standart olamazdı. Kızlar dükkan dükkan dolaşıp, en sıra dışı , en romentik. en iyi süslenmiş olanını ararlardı. En ilginç olanı da kilitli olanlardı., ancak kızların kendilerine ait özel hayatları olamayacağına inanan anneler bunları pek hoş karşılamazlardı. 70' lerde birçok genç kız, kilitli hatıra defterlerini ve günlüklerini annelerinden kaçırmak, anneler de bir yolunu bulup bunları okumak, kızlarının kime aşk oduğunu, ne kadar ileri gittiğini anlamak için uğraştılar. Bazı yaratıcı kızlar da sayfaları çizgisiz beyaz kağıttan olan defterler alırlar, her sayfaya resim yapar veya dergilerden kestikleri resimleri yapıştırırlar, kendile- rine hatıra defterleri üretirlerdi.
Hatıra defterlerlerinin yazılmasının da bir adabı, klasikleşmiş bir iç düzeni vardı. ''İyi aile kızları'' genellikle ilk sayfaları anne, baba, sırasıyla kardeşlerine; pek sevdikleri hala, teyze, amca ve eniştelerine ayırırlardı. Sevilen öğretmenlere birer sayfa ayrılması adettendi. ''Kötü kızlar'' bu kurala uymazlar, aileyi reddederler defterlerini sadece arkadaşlarına yazdırırlardı. Öğretmenlere ayrılan sayfalarda bir hiyerarşi ve gönül bağı sezilirdi. Gizli bir aşk beslenen yakışıklı tarihçiye öncelik tanınır, sayfasına özel muamele gösterilir; defterin kendi süsü yeterli bulunmaz ve defter sahibinin gizli aşkının ipuçlarını gösteren birtakım simgeler, işaretler konurdu. İyi arkadaşlara önden sayfa ayrılır, kendini defter sahibinin iyi arkadaşı sanan biri, defterin sonuna doğru bir sayfa ayrılmış olduğunu görünce bozulup, yazmayı reddedebilirdi. Kimine hiç sayfa ayrılmadığı olur, kendilerini itilmiş unutulmuş bulan bu tür arkadaşlar kahırlanırlardı. Hatıra defterlerinin bir işlevi de gizli aşkları ifşa etmekti. Defterin sahibi kıza ilg, duyan oğlan çok ince kelimelerle duygularını ifade edebilir, kalemi kuvvetliyse kıza aşık olduğunu ustaca belli edebilirdi. Bir defter yazılsın diye birine verildi -ğinde, daha önce yazmış olanların yazılarınızı okuyacağı kesindi. Bu nedenle defter yazılrken dikkatli olunması gerekiyordu.
70' lerin sonlarına doğru hatıra defterlerine yazılanlar kilşe olmaktan bir nebze çıktı, hatta bazen döneme göre esprili bir üslup kazandırsalar da, genellikle klişe metinler her zaman bu defterlere egemen oldu. Örneğin yüzlerce hatıra defteri -nin yüzlerce sayfasında yazılar '' Sevgili arkadaşım... Kalbin kadar temiz defterinde bana da bir sayfa ayırdığın için... '' cümlesiyle başlardı. Şöyle tanıştık, böyle tanıştık, sen şöyle iyisin, böyle iyisin gibi cümlelerle bu zorlu iş tamamlandıktan sonra, bir şiir yazılması da adetti.
70' lerin ilk yarısında ve öncesinde gençlikte ''toplumcu-gerçekçi'' eğilimler yaygın olmadığı ve gençliğin temel meselesi aşk ve romantizm olduğu için şiirler genellikle basmakalıp aşk şiirleri olur, aynı şiire bir yığın defterde rastlanırdı. Aşk üzerine veciz sözler yazmak da dönemin adetiydi. '' Aşk bir sudur / İç iç kudur'' , '' Aşık olup düşnmektensei uyuz olup kaşınmak daha iyidir '' türünden ''veciz'' sözler liselilerin defterlerinde yer alırken... '' Sepet sepet yumurta.. '' lar da daha küçüklerin defterlerini süslerdi. ''Hayat bir gemi yoktur dümeni...'' gibi manimsi cümleler de... Yine bu defterlerin temel amacı arkadaşa mutluluk dilemekti ve bu dilekler çoğunlukla '' Hayatın sarp ve dikenli yollarında...'' diye başlardı. 70' lerin sonlarına yaklaşırken hatıra defterlerinde toplumcu-gerçekçi bir yaklaşım görülmeye başlandı. Anne, baba ve öğretmenler de kilşe cümle konusunda birinciliği kimseye kaptırmadılar. Hemen her deftere ''Biricik yavrum'' ''Sevgili kızım'' cümleleriyle başladılar ve yazılarını şaşmaz bir şekilde '' çalışkan, vatanına faydalı, hayırlı evlat olmanı dilerim'' ve benzeri cümlelerle bitirdiler.
Hatıra defterleri uzun süre gençliğin en özel ve en mahrem defterleri oldu... ''
* *
'' ...
70’ li yıllarda haber gazeteden okunurdu. Devlet memuru ailelerin hemen hepsi gazete alır, ilkokullarda ilk derste çocuklara günün haberleri sorulurdu. Bugünkü gazetelerin birçoğu o yıllarda oktu. O yıllarda olan gazetelerin çoğu da şimdi yok. Hürriyet, Milliyet ve Cumhuriyet’ in yanı sıra, dönemin popüler başka gazeteleri vardı.Siyah üzerine sarı logoyla basılmış Günaydın ve kırmızı logolu Tercüman gibi…
Dönemin gazeteleri, bugünkülere pek benzemiyordu. Ciddiye alınırlardı. Gazete gerçek haber kaynağı olarak görülür, yazdıklarına toplumun büyük çoğunluğu tarafından inanılır ve itibar edilirdi. Köşe yazarları kendi zevklerini, eşlerinin meraklarını, yaşadıkları lüks hayatın ayrıntılarını anlatmak için bu köşeleri kullanmazlar, önemli konular işlenirdi. Bu yüzden ağır bir saygınlıkları vardı. Haber yazma üslubu farlıydı. Günümüzdeki kadar özgür ve serbest bir yaklaşım yoktu. Bugünün bilgisayar teknolojisi ile değil, pikaj-montaj gibi son derece eziyetli yöntemlerle hazırlandıkları için, birinci sayfadaki haberlerin devamı arkadaki sayfalarda olur, her haberin sonuna '' Devamı sf. 15 st. 3 '' gibi ibareler bulunurdu.
O yılların gazete fenomeni Güzün Abla’ ydı. Güzün Abla’ ya o kadar cahilce, o kadar inanılması güç mektuplar gelir ve yayımlanırdı ki; köşe kendi klasiklerini yaratmıştı. Öpüşmekle hamile kalınacağını sananlardan, sevdiği gence kaçmak isteyenlere, sivilcelerinden nasıl kurtulacağına soranlardan, ellerinin çok terlediğinden yakınanlara kadar gönül ve sağlık meselelerine ilişkin yüzlerce mektup, bu köşede düzenli olarak yayımlanır, Güzün Abla da gayet sakin ve toplumsal değer yargılarının bir adım bile önüne çıkmadan akıllar verirdi. Güzin abla çok tutmuştu, ama diğer gazetelerdeki Gönül Abla ve benzeri ablalar onun yerini tutamadıkları için kalıcı olamadılar.
Gönül Postası da kalıcı olamadı. 90’ lara gelindiğinde evlenmek isteyenlere eş bulan şirketler kuruldu., hatta internette ‘’chat ‘’ bu iş için biçilmiş kaftan olunca gönül postaları, hayat arkadaşı servisleri, o romantik ve ağlamaklı köşe ortadan kaktı.
Aşk zordu, ama onsuz da olunmuyordu. Aşk da şiirsiz olmuyordu. Bu yüzden hayatta daha çok ‘’ şiir ‘’ vardı. Gazete ve dergilerin şiir köşeleri, hatta şiir sayfaları vardı. Bu köşelerde aşk acısı yaşayanların dizeleri yayımlanırdı. Köşeyi hazırlayanlar dalgın ve özensizlerse eğer, zaman zaman ünlü şairlerin şiirlerinin başkalarının adlarıyla çıktığı da olurdu. Hayatın daha incelikli yaşandığı, aşkların ölümüne olmasının istendiği zamanlardı ve şiirin yerini hiçbir şey tutmuyordu.
Eskiler dergiye mecmua derlerdi. Bugünkü kadar çok dergi yoktu. Pırıl pırıl kuşe kağıda çok renkli, çok fotoğraflı basılan dergiler hemen hiç yoktu. Ama yine de bazıları tiryaki okurlar yaratmışlardı. Örneğin '' Hey '' müzik ve gençlik dergisiydi. Bazı gençler bu dergiyi sıkı takip eder, eski sayılarını biriktirir, hatta ciltleterek saklarlardı. Hey, yerli ve yabancı pop listelerini verir, gençler bu listelere itibar ederlerdi. Yalnız müzik dünyasından haberdar olmayı sağlamıyordu, aynı zaman da fotoğrafları yayımlanan şarkıcıların giyim kuşamlarına, duruşlarına bakılarak, bir yaşama biçiminin ipuçları yakalanmaya çalışılıyordu.
'' Hayat '' birçok yetişkin için dergi değil, mecmuaydı. Aktüel haberler üstüne ayrıntılı yazılardan politikaya, Elizabeth Taylor’ un hayatında şapka modellerine kadar, hayatın birçok yanıyla ilgili yazılarla dolu olan bu dergide pratik bilgiler de yer alırdı.
'' Ses '' Hayat’ a göre magazine daha çok ağırlık veren bir mecmuaydı, Kapağında genellikle güzel bir kadın fotoğrafı bulunur ve güzellik yarışmaları düzenlerdi. Kağıtları baskıları aynıydı.
'' Doğan Kardeş '' ve '' Milliyet Çocuk '' dergileri çocuklar için çıkarılırdı. Çocuklarının okuyup adam olmalarını isteyen ailelerin bir kısmı düzenli olarak bu dergileri alırlardı. Çocukların çizdiği resimler, yazdıkları şiirler yayımlanır; çocuk öyküleri, masallar bulunurdu. Bu sayfalarda eserlerinin yayımlanmasını isteyen çocuklar üye olmak için gazeteye mektup yazarlar, gazete de onlara bir kimlik kartı gönderirdi. 70’ lerde gazete ve dergilerde çıplak kadın göğsü yayımlanamazdı. İlle de yayımlanacaksa, göğüs ucuna yıldızlar ve kare kutucuklar konup kapatılırdı.
'' Gırgır Dergisi '' 70’ li yıllara damgasını vurmuştu. Tirajı bir ara 500 bine ulaşan Gırgır, gündemi izlemekle yetinmez, gündem yaratırdı. Cesurdu. Gırgır toplumun nabzı, söylenmek istenenlerin mizah kılığında söylendiği dergi oldu. Bu açık sözlülüğü yüzünden de sık sık kapatılırdı. En unutulmaz köşelerinden biri ‘’ Utanmaz Adam ‘’ dı. Oğuz Aral’ ın yazıp çizdiği bu karakter, bir tür Robin Hood’ du. Bir başka mizah dergisi olan
'' Fırt '' ise '' Yavrunuzun sayfası '' köşesiyle ünlüydü. Bu sayfada çıplak bir kadın fotoğrafı yayımlanırdı. '' Çarşaf '' dönemin yazılı mizaha da geniş yer veren bir dergisiydi.
70’ ler ayrıca '' Cep fotoroman '' yıllarıydı. Küçük boyda, her hafta tam bir hikayenin yer aldığı, genellikle İtalyan kökenli, fotoğraflarında konuşma balonlarının olduğu basit ve nispeten ucuz kitaplardı. Hikayeler genelde birbirine benzerdi. Bir aşk üçgeni olur, üç kişi arasındaki meseleler konu edilirdi. Evde oturan kızların büyük çoğunluğu cep fotoroman okur, aklını aşka meşke takması istenmeyen ve okula giden kızların okuması ise engellenirdi.
Herkesin üç aşağı beş yukarı hatırladığı gibi Kaptan Swing, Tommiks, Teksas, Zagor, Tom Braks, Mister No, Kızıl Maske o yıllarda öğrencilerin okul zamanında okumaları zinhar yasak olan şeylerdi. Ama yine de okunur, bodrumlardaki zulalarda saklanır, bazen kitap arasına konarak okunurdu.
'' Roman '' denince 70’ li yılların genç kızlarının aklına aşk gelirdi. Bir romanda aşk yoksa niye okunacaktı ki? Gözdeleri, yerlilerden Kerime Nadir, yabancılardan Barbara Cartland’ dı. Arkasından M. Tahsin Berkant, Esat Mahmut Karakurt gelirdi. Onlar, genellikle mutlu sonla biten; aşkta gurur olmayacağını iddia eden, ıslak romanlar yazdılar. Romanların kahramanları kızlar hep birer beyaz güldüler; yani masum, bakire ve iyi kalpli. Sır tutarlar, sonunda lekenecek dahi olsalar ser verir sır vermezlerdi. Erkekler birer karizma ve ilke abidesiydiler. Lisede okuyan, edebiyat beğenisi biraz daha yüksek genç kızlar arada bir Kerime Nadir, Barbara Cartland okusalar da tercihleri klasiklerdi. Jana Eyre, Uğultulu Tepeler, Goriot Baba, Siyah Lale, Parma Manastırı, David Copperfild gibi klasikler, onların biraz da etrafa caka satarak okudukları kütüphanelerinde önemli yer tutan kitaplardı. Polisiye; özellikle Agahta Christie’ nin kitapları ihmal edilebilir türden değildi.
70’ lerde Yaşar Kemel ve Kemal Tahir sıklıkla okundu. Kitap okuma alışkanlığı olan herkes, ‘’ İnce Memed ‘’ ve '' Devlet Ana '' yı okumuştu. Kerime Nadir, aşk acısı çeken genç kızları ağlatırken; çocukları Kemalettin Tuğcu ağlatırdı. Kapağında elle yapılmış, oransız suluboya resimlerin bulunduğu Kemalettin Tuğcu kitapları ağır dramatik temalardan alabildiğine dram, melodram, trajedi üretiyordu. Tuğcu’ nun kitaplarında, kaderin oyun oynadığı namuslu ailelerin başlarına gelmeyen kalmıyordu. Kahramanları merhamet duygularını sonuna kadar sürüklediler.
70’ ler tutumluluk çağıydı. Kitaplar kıymetliydi. Kitap almak isteyen çocuklara bazı anneler, ‘’ bir sürü kitabın var, birini oku işte! ‘’ derlerdi. Çaresiz okunurdu. Zaten '' Pal Sokağı’ nın Çocukları '' nı bir kez okumak da yetmezdi… ''
* *
'' ...
Televizyondan önce hayat radyoyla yaşanır, saatler radyoya göre ayarlanır, ülkede ve dünyada olup bitenler radyodan öğrenilirdi. Her ailenin kendi çapına göre bir radyosu vardı. İçine bir yığın büyük boy pil koymak gereken portatif radyolar en çok piknikte maçları dinlemeye yarardı. Masa radyolarının çoğu da birbirine benzerdi. Ön panelde sağda ve solda, çevrilen iki yuvarlak düğme; ortasında da yan yana tuşlar bulunurdu. Düğmenin biri çevrilerek ses ayarlanır, diğeri çevrilerek istasyon aranırdı. Arama düğmesi çevrildikçe ön panelde bulunan incecik bir çubuk hareket eder, uğultu ve parazitler arasında gezinirken, aranan istasyon bulunurdu.
O yılların tüm eşyaları gibi radyolar da sabırlı olmayı gerektirirdi. Pilli radyolar çabuk ses verir, ama lambalı radyoların ille de ısınması gerekirdi. Radyoyu açmak mutluluk verici bir eylemdi. Lambanın olduğu yerde keskin, lambadan uzaklaştıkça gölgelenen bir ışık radyonun ön panelini doldurur; büyüleyen kutu yavaş yavaş ısınır, derken ses gelirdi. ‘’ Yurttan sesler korosu’ nu dinleyeceksiniz…’’
Radyo, içinden taşan tüm seslerle hayatımızı zenginleştiriyor, bize dünya denen kocaman bir yuvarlağın üzerinde yaşadığımızı hatırlatıyordu. Şehirlerarası yolculukların az, şehir içindeki en uzak mesafelerin bile yürüyerek gidilecek kadar kısa olduğu dünyamızda radyo, yalnız sesiyle değil, üzerindeki şehir adlarıyla da büyülerdi. Ankara, İstanbul, Varşova, sofya, Viyana, Tel Aviv, Moskova, Kahire, Paris… Her biri taze bir hayalin kapısını aralayan bu şehir isimleri sadece radyonun üzerinde yazılı kalır, ne kadar uğraşsak da parazitli bir yayının ardında bulabildiğimiz yegane yabancı ses, Kahire radyosundan taşan Arapça şarkılar olurdu.
Bugün Türkiye’ de yayın yapan ikibinden fazla radyo istasyonu varken, o yıllarda özel radyoyu hayal etmenin bile imkanı yoktu. Radyo yayınları devlet tekelindeydi. Ankaa ve İstanbul radyolarından başka bugün de yayınlarını sürdüren ‘’ Terete efem ‘’ yayın yapardı. Halkın büyük çoğunluğu daha çok şarkı, türkü çalan Ankara ve İstanbul radyolarını yeğlerdi. TRT FM o zamanlarda da klasik müzik yayınlar, caza yer verir; Türkçe, Almanca , İngilizce ve Fransızca haber verirdi.
Polis radyosu ise TRT FM’ in tam tersi, seçkin yayıncılık bir yana TRT’ ye göre çok daha serbest yayın yapıyordu. Popüler şarkıların yanısıra, Orhan Gencebay’ ın son şarkılarından, Şükran Ay’ ın yanık sesine kadar arabeske tümüyle yer verdiği için, özellikle şoförlerin en sevdiği radyoydu. Bu radyoyu ilginç kılan, günde birkaç kez yayınlanan kayıp şahış ve çalıntı oto ilanları bölümüydü. Genellikle diksiyonu pek fazla olmayan bir spiker şöyle derdi: ‘’ Ahmet Yıldız. 12 yaşında, üzerinde…… bulunan Ahmet Yıldız, ….. tarihinde evinden ayrılmış olup, kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Görenlerin veya bulunduğu yeri bilenlerin en yakın polis karakoluna …………… ‘’ Kayıp ilanları bittikten sonra sıra çalınan oto ilanlarına gelirdi; 34 AB 777 plakalı, mavi renkte, Murat 124 marka araç park edildiği yerde bulunamamıştır. Yerini bilenlerin…….. ‘’ Bir süre sonra Polis Radyısu yayınlarına son verildi. Şöförler yine ‘’ Bir teselli ver ‘’ i kırbeşlik plaklardan dinlemek zorunda kaldılar.
Bize dünyanın dört bir tarafını taşıyan radyo kibirli değildi, seviyesiz de değildi. Ancak fazla denetimli ve kurallıydı. Hayatımız da öyleydi… Yayın 00.06’ da başlar, saat =00.07 olunca da spiker. ‘’ Bugün 17 Eylül Çarşamba… Demirbank iyi günler diler. Demirbank… Demirbank.’’ 70’ li yıllarda bu coğrafyada yaşayan ve radyo dinleyen hemen Herkesin hafızasına bu cümle kazındı. Ve ardından ‘’ Burası Türkiye radyoları. Haberleri veriyoruz. Önce özetler… ‘’
Uzun yıllar sabahları ‘’ Arkası Yarın ‘’ ardından da ‘’ Okul Radyosu ‘’ yayınlandı. Öğlen haberlerinden sonra başlayan reklamlar başlı başına bir programdı. Reklamlar neşeli ve eğlenceli olur; özellikle çocuklar reklamları dinlemeyi çok severlerdi. EFEKTÖR: Korkmaz Çakar… Bu cümleyi duymak için ‘’ Arkası Yarın’’ ya da ‘’ Radyo Tiyatrosu’’ dinlemek gerekiyordu. Bu iki yapım 70’ li yılların en çok ilgi gören radyo programıydı. Arkası Yarın, hafta içi her sabah, Tiyatro ise haftada iki gece ve cumartesi sabahları yayınlanırdı. Önce bir ses ‘’ Radyo Tiyatrosu’’ derdi, ardından müzik eşliğinde aynı tatlı ses, temiz bir Türkçeyle başlardı: '' Yıldızlara Bakmak… Yazarı: Behçet Necatigil… Yöneten: Filanca… Oynayan sanatçılar…. Sonra da efektör gelirdi: Korkmaz Çakar…''
‘’Çocuk Bahçesi’’ okul saatinden sonra yayına girer, Hafta içi her gün; sabahçılar için öğleden sonra, öğlenciler için de sabahtan yayınlanır, on beş dakika sürerdi. Bir ya da iki hafta süren meraklı, eğlenceli, hafif polisiye-macera çocuk hikayelerinden oluşurdu. Radyo, hayatı düzenliyordu. Yokluk ve yoksunluktan gelen toplumu değiştirmeye çalışıyordu. Eğlendirmekten çok eğitmeyi, öğretmeyi amaçlıyordu. Haberler de bazen çok sıkıcı olur; hele ‘’ Meclis Saati, Olayların İçinden, Silahlı Kuvvetler Saati ‘’ gibi programlar çocukların hiç ilgisini çekmezdi. Edebiyattan hoşlananlar içinse haftada bir gün, gece on civarında yayınlanan ‘’ Bir Roman Bir Hikaye ‘’ doyulmaz bir programdı. Genelde Türk yazarları eserleri tercih edilir, spiker çok düzgün okur, teklemez, kekelemezdi.
Radyo o yıllarda edebiyattan çok yararlanır, dinleyiciler de edebiyat lezzeti yaşarlardı. Ama radyo önce ‘’müzik ‘’ demekti. Günün büyük bölümünde müzik programı yapardı. İki müziksiz programın arasında mutlaka bir müzik programı olurdu. ‘’ Yurttan Sesler ‘’ korusundan akıllarımızda kalan, binlerce kez söylenmiş olan hep bir isim oldu: ‘’ Ve Atilla Mayda ‘’... Radyo eğitim kadar ‘’ denetim ‘’ di. Denetimden geçmeyen bir şarkı çalınamazdı. O. Gencebay, F. Tayfur gibi sanatçıların eserleri 70’ li yıllarda hiç yayınlanmadı. O yıllarda Türk Hafif Müziği denilen pop şarkılarına; ’ Türkçe Sözlü Hafif Müzik ‘’ denirdi. Genellikle hafif bulunurdu, ama gençler ve çocuklar çok severlerdi. Radyoda zaman doldurmak için ve haberlere beş dakika kalmışsa ‘’ Türkçe sözlü hafif müzik ‘’ anonsu duyulurdu. Sözleri Türkçe olmayan müziğin adı ise; ‘’ hafif müzik ya da dış kaynaklı müzik ‘’ idi. Yine zaman doldurmak için ’’ sözsüz müzik ‘’ çalınır, zaman gelince de başına sonuna bakılmadan, müzik kesiliverirdi.
Radyo 70’ lerin ikinci yarısına damgasını vuramadı. Yerini alan televizyon, hayatı derinden değiştirmişti. Ama radyo 90’ ların ikinci yarısında yeniden doğdu. Üstelik bu kez binlerceydi ve kimliği bambaşkaydı... ''
* *
'' ...
70' li yıllarda, fotoğrafın hayatın içinde çok saygın bir anlamı ve değeri vardı.
Fotoğraf, aile olmanın ispatı, ölümsüzleştirilmek istenen anların tespitiydi. Herkesin elinde iyi kötü bir makine bulunmadığı için, bu günkü kadar fotoğraf çektirilemiyordu. Bu nedenle her fotoğraf makinesine poz verilirdi.
O yıllarda aileyi aile yapan, biraz da çekilmiş fotoğraflarıydı. Fotoğraf hayata girdiği zaman o kadar heyecanla karşılanmış olmalıydı ki; hemen her evde aile albümleri bulunurdu.
Ailenin ilk fotoğraf serüveni, evliliğe atılan ilk adımla başlardı. Sözden sonra nişan, düğün derkenilk bebeğin doğumu, geziler, tatiller çocukların yaş günleri diploma törenleri ile ailenin tarihi bu fotoğraflar aracılığı ile yazılmaya başlardı.
Yeni kurulan ailenin albümüne, karı kocanın çocukluk ve gençlikleri daha başlangıçta eklenirdi.
Şehirlerin işlek caddelerinde, bir iki fotoğrafçı mutlaka bulunurdu.
70' ler fotoğrafın siyah-beyaz olduğu yıllardı. yıllarda olduğu gibi görünmek değil, poz vermek makbul sayılırdı.
Nişanlar ve düğünler fotoğraf açısında çok önemli günlerdi.Gelin kuaförden çıkınca mutlaka fotoğrafçıya gidilir, yeni evli çift evlerinin en iyi duvarına büyütülüp çerçeveletilmiş bu fotoğrafı asardı.
İlk çocuğun doğumundan sonra ailenin resimli tarihinin yazılma süresi başlardı.
Bebeğin, doğduktan sonra birkaç ay arayla stüdyoda fotoğrafları çektirilirdi.
'' Aytül yedi aylık... '' Ali on aylık '' gibi ibarelerle tespit edilen tarihler, çocuğun bir yaşını doldurmasıyla birlikte belli bir periyot izlemeye başlardı.
70' lerin başında yaş günü partileri yaygın değildi. Çocukların yaş günlerinde ailecek fotoğraf çektirilirdi. '' Ayşe beş yaşında... ''
'' Mehmet' in okula başladığı sene... '' gibi notlar ve tarihler de mutlaka arkasına yazılır, ailenin arşivi giderek kabarırdı.
Vesikalık fotoğraflar çokça yaptırılır, yakın arkadaşlara üzerleri imzalanarak verilirdi. '' Sevil' e Nurten' den cansız bir hatıra... '' türünden cümlelere o yıllarda hemen her fotoğrafta rastlamak mümkündü. Arkadaşının adını zamanla unutabileceği endişesiyle mi '' Sevil' ciğime bir hatıra '' değil de '' Sevil' e Nurten' den bir hatıra '' yazardı, bilemiyorum.
Okulların bitimine yakın tüm arkadaşlar birbirlerine vesikalık fotoğraflarını verir, arkalarına da '' 3-B' den 256 Nejla öztürk '' gibi ayrıntılı kimlik bilgileri yazarlardı.
Vesikalık fotoğraflar arkadaşlara, aile fotoğrafları yakın akrabalara gönderilen bir armağandı. Aile çocuklarının yaş gününde çektirdikleri fotoğrafları gönderirken arkasını çocuklarının ağzından imzalamayı da unutmazlardı.
'' Kıymetli halama ve enişteme üçüncü yaş günümde benden kıymetsiz bir hatıra, Murat '' ... Ya da aile fotoğrafıysa, '' Taştan ailesine Çalışkan ailesinden bir hatıra. Nesrin, Ali, Aygül, Metin Çalışkan. 13 Aralık 1975 ''
İki-üç kız ya da samimi bir grup erkek arkadaş stüdyoda fotoğraf çektirirlerdi. Bunlardan her birinde olur ve yıllarca saklarlardı.
Ailenin babası esnafsa dükkanında, öğretmense sınıfta, memursa makamında çekilmiş fotoğrafı albümlerdeki yerini mutlaka alırdı.
Okullara fotoğrafçı gelmesi ve tüm okulun ya da sınıfın topluca fotoğraf çektirmesi eski bir gelenekti. Fotoğrafçı gelince, öğrenciler öğretmenlerini ortaya alacak şekilde okulun merdivenine dizilirler,en ön sıradakiler çömelir veya oturur , böylece fotoğrafta herkes görünürdü.
Diplomanın veya taktirnamenin alındığı sırada çekilen fotoğraflar yalnız albüme konmaz, ayrıca büyütülüp çerçeve içinde derhal göze çarpacak bir yere veya duvara yerleştirilirdi.
Albümler uzun yıllar tek tipti. 70' lerde çeşitlendiler. Çeşitli boylarda, çoğunluk yatay, kalın siyah yapraklarının arasında incecik pellur kağıtlar bulunan, çok zarif görünümlü bu albümlerde, siyah-beyaz fotoğraflar çok güzel duruyordu.
Kapakları kalındı, kiminin üstünde en önemli fotoğrafı koymak için bir yer, kiminde bakırdan garip bir plaka bulunurdu. Bazılarının yapraklarında da fotoğrafın yapıştırılmadan durmasını sağlamak için çeşitli boyutlar oluşturacak şekilde kesikler bulunurdu. Bu kesiklere fotoğrafların ucu yerleştirilirdi.
70' lerin ortalarında Almanya' da tanıdığı olanlar oradan ısmarlıyor, kendinden yapışkan olan, beyaz sayfalarına fotoğrafı yapıştırmaya neredeyse hiç kıyamıyorlardı. Ama bu albümlerin bir kusuru vardı; hayattan ve aileden çıkarılmak istenen şahısların fotoğrafları bu beyaz yapraklara yapışmış olduğu için, ayrılıklardan sonra fotoğraflar parçalanarak çıkarılıyor, albümler harap oluyordu.
Albümlerdeki değişim, pratiğin zarif olanın yerini hızla aldığını gösterdi.
80' lerle birlikte albüm yerine, kapağında refocolor, kodak gibi marka adları, manzara resimleri bulunan ve fotoğrafçıların müşterilerine ücretsiz olarak dağıttıkları, incecik, şeffaf plastikten, fotoğraf kartı büyüklüğünde tuhaf albümler kullanılır oldu.
Hayata giren resimler inanılmaz miktarda artmış, o kadar çoğalmıştı ki, albümlerde saklanamaz oldu. Anıların ve resimlerin taşıdığı estetik değer azaldı. Hayata giren fotoğraf miktarı çoğalınca, değeri düştü.
Oysa eskiden fotoğrafların arkasına yazılar yazıldığı gibi, albüm yaprakları arasında da çiçekler kurutulurdu. ''
A. TUNÇ - Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek
* * *
Gökyüzünde tutkulu ve sonsuz yıldızların hükümran olduğu ayın köşesine çekilip cemalini sakladığı, bodur bir mum alevinin harelediği ılık bir bahar gecesi, umarsızca yattığım yatağımdan, kulağıma geçmişten tanış tiz bir düdük sesiyle uyandım. Gece bekçisinin güven veren, uzun/kısa parolalı çalışları, zaman tünelinin dolambaçlı yollarına sokuverdi beni…
Televizyon, ev sinema sistemlerinin, markalı alışveriş merkezlerinin loş, serin, localı sinema salonları hayatımıza girmediği için açık hava da çitlediği çekirdeği yere atıp şişe sade gazozundan yudumlayan, yıldızların altında esas kızın kör oluşuna, esas oğlanın da buz gibi içeceklere gizlice hap atıp taşkınlıklar yaptığı sahneleri sahi zannedip hıçkırıklara boğulanlar…
Saatler boyu bayram/özel günlerde pıtırak gibi köşe başlarında bitiveren sergilerden; her limandan sevgililerine kart atan denizciler gibi en anlamlısını, en gösterişlisini seçmeye çalışanlar…
Radyolu cep telefonu, el, cep radyoları henüz icat edilmediği için şimdilerde tavan arasının, bodrumların tozlu kuytularında veya şark köşelerinin alelade konulmuş bir kıyısında, bir zamanlar saltanat sürdüğü yıllara sitem eder bir vaziyette, öksüzce kulağının bükülmesini bekleyen radyolar…
Okullarda son ders zilinin çalıp öğrencilerin oğul oğul evlerine dağılmasıyla, karşı cinsteki yeni yetmeleri evlerine kadar gizli gizli takip edip bir pundunu yakalayınca da arkadaşlık teklif eden bıyığı yeni terlemiş, yüzü akneli ergen gençler…
Hatıra defterlerine kalp içinde yazanın/defter sahibinin baş harflerini yazarak birde mani yakıştıran genç kızlığa yeni adım atmış taze filizler…
Aynı saatte,aynı yerde güler yüzlü postacının yolunu gözleyip, umut içinde yazdığı mektuba cevap almayı düşleyen; 'daha yazmamış' cevabıyla ızdıraba gark olan sevdalılar…
Kalorifer,doğalgaz, elektrikli ısıtıcılar ve klimalar henüz icat edilip, yaygınlaşmadığı için çıtır çıtır yanan çıralı odunların, talaş, tezek yakılan sobaların verdiği miskinlik…
Yılbaşlarında patlatılan mısırlar,kavrulan nohutlar,kebap yapılan kestaneler eşliğinde oynanan tombalalar, fincan içine saklanan yüzüğün bulunduğu oyunlar…
Deolar, parfümler henüz yokken mis gibi beyaz/yeşil sabun kokan tenler ve içine limon esansı katılmış kolonyalar…
Cebinde meteliği ancak katıktan çok ekmek almaya yetip; tabana kuvvet, yorgun adımlarla uzaklaşanlar…
Çiçekli goblen perdeleriyle takım divanlarının düzgün durması için, habire çocuklarını paylayan analar…
Adını bile telaffuz etmekte zorlandığımız drajelerin, pastillerin, şurupların henüz formülleri bile yazılmamışken; her derde deva gripinler, aspirinler, vıcksler, limonla kaynatılan nane, itburnu, ıhlamurlar…
O günkü harçlığı okula sadece gidiş için otobüs parasına yeten ve öğlen yemeği olarak simitine eşlik edecek bir bardak çaya yetmeyen talebeler…
Evin havasını tazelemek için her 10 dakikada puflayan ev deoları henüz yokken;köz üzerine bir tutam atılan ve yanık kokusuyla insanı mest eden üzerlik otları…
Huşu içinde kitapların kahramanlarıyla hemhal olup; serin, taş duvarlı, mürekkep kokulu salonlarında kitap okunan kütüphaneler…
Sevginin aleni değilde eşsiz benzetmelerle ifade edildiği;baştan sona romantizm kokan, albenili, ütülü, renkli kağıtlara yazılan, bir de şiir eklenen gül kokulu nameler…
Her sayfa arasında mutlaka ihtimamla kurutulmuş çiçeklerin saklandığı ders kitapları…
Arnavut kaldırımlı taş sokakları nal sesleriyle, çıngıraklarıyla baştan sona dolaşıp; yorgun bedenleri, sefaya çıkan çiftleri taşıyan faytonlar…
Camların denizliklerinde,bahçenin çeperinde boy boy yağ tenekeleri içinde yetiştirilen, envai renkte çiçekler, fesleğenler…
Henüz sanal alemin bir elemanı ,aptal kutularının esiri olmadığımız için;ailece bir arada olup dost/ahbap ziyaretine giden aile bireyleri…
Plastik kartlar henüz dahiler (!) tarafından projelendirilmediği için elindeki üç kuruşla yetinen aileler…
Pompalanan, özendirilen reklamlar senaristler tarafından henüz düşünülmediği için çorap dahil çoğu giysiye yamalık bulma telaşına düşen kadınlar…
Paket programların,otel/motel rezervasyonlarının moda olmadığı, tatil/bayram kaçamaklarının yaşanmadığı günlerde, maaile bayram ziyaretine gidilen büyükler…
Saç boyası, ojeyle tanışmadığımız günlerde eli, saçı kına ile renklenen hanımlar…
Girdiğim düş tünelinin ucundaki ışığı bile göremeden yanı başımda bu dünyaya ait olmadığını düşündüğüm acayip bir sesle titreyen, avuç içi kadar minik bir araç gördüm… Pazartesi sendromuyla gözümü açıp, gerçeğin ışığını yakalayınca ’ ın canı’ nı okula hazırlamak için odasına koştum… Sarı saçlı, mavi gözlü miniğim cayır cayır yanıyordu ateşten.
Yoksa…
Yıllar önce babasının gizlice günlüğümü okuyup öğrendiği ve uygulayıp sınav günü ateşlendiği gibi; miniğim de sınıftan gizlice kaçırdığı tebeşir tozlarını içtiği suya karıştırıp sınava girmemek için bahane yarattığı geçti zihnimin kıvrımlarından…
Miniğimi kucakladığım ve arabanın anahtarlarını kaptığım gibi düştüm hastane yollarına…
* * *
Keşke hiç uyanmasaydım beni uyutan masallardan.. Ne zaman bitti o yollar, o ormanlar?
Peki ya ne zaman yoruldu Aladdin lambasını ovmaktan?
Ne zaman vazgeçti yakışıklı prens yüz yıl uyuyan güzeli uyandırmaktan?
Daha uyanmamalıydım oysa..
Büyüdüm mü küstüm mü bir şeylere ne; inanmaz oldum o masallara.
Oysa ne güzeldi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu..
Dinlerken hep kızdığım Kırmızı Başlıklı Kız.
Şimdilerde nasıl da özlüyorum hepsini... Nasıl da özlüyorum masallara
inanışımı...
Keşke kalbim bu kadar kırılmasaydı da, ben olgunlaşmasaydım.
O zaman göremezdi gözlerim etrafta dönen bunca oyunları.
O zaman hissetmezdi kalbim ihanetleri, sadakatsizlikleri.
Bu aldanışlar da olmazdı o zaman, bu aldırışlar da!
Yaşam adına açılmış savaşlar da olmazdı!
Bu kazanma hırsı da!
Tertemiz bir dostluktan çaldık biz sevmeyi, nerden bilelim aşkın bize çarpacağını.
Avuçlarımıza battı kırıkları, akan kanlara öylece bakakaldık.
Bilseydik aşkın üzerimizde kırılacağını açarmıydık semaya ellerimizi.
Günlerce, gecelerce gözyaşları biriktirdik satır aralarında.
Yasak dediler; köşemize çekilip ağlamayı seçtik, savaşmak yerine.
Oysa bir yerde bir umut vardı,
Bilemedik...
Biz korkular biriktirdik dudaklarımızın buluştuğu noktada.
Cesaret diye bir şey vardı, ama biz kaçmayı seçtik direnmek yerine.
Keşke hiç büyümeseydim diyorum, keşke hiç büyümeseydim.
Bir gün kum tanecikleri gibi dağılacaktık biliyorduk, ama biz uzun zamanlar hayal ettik.
Rüzgarın çıkmasına dalgaların şahlanmasına çok var zannettik.
Oysa onları bile göremedi küçük yüreklerimiz. Biz kendi kendimizi yok ettik.
Korkularımız yendi bizim sevdamızı, daha ufacık meltemde kendimizi salıverdik.
Biz ne zamana, ne zulmete, ne de zalime yenildik.
Biz,
Bir çocuk yüreğindeki saflığı sevdaya taşımayı bildiğimiz halde;
O çocuk kadar cesarete sahip olmayı bilemedik.
Biz sevdamızı alıp omuzlarımıza; yollara düşmeyi, sadece kendimiz olmayı bilemedik.
Oysa biz, başbaşa kaldığımız gecelerde hayallerle neleri bilmiştik.
Biz "güçlü olmayı" bilemedik...
* * *
SOBALARIMIZ tenekedendi. Ağırlıktan yanlara doğru hafif açılmış dört ayağı, odunları koymak için büyük, hava ayarı için küçük sürgülü kapakları vardı.
Borular önce tavana doğru yükselir, sonra dirsekle döner, duvardaki deliğe girerdi. Bir-iki yerinden telle tavana ya da duvarlara bağlanırdı borular ki;
başımıza düşmesin.
Soba altlıkları, üzeri teneke ile kaplı tahtadan yapılırdı. Kenarları dört parmak yüksekliğinde ve yapan ustanın zevkine göre çivinin ucuyla süslenirdi...
Yakıldığında genelde evi duman basardı. Kapıyı-pencereyi açardık ve paltolarımızı giyerdik, baca ısınıp da sıcak hava doğal yolunu bulana ve ev ısınana dek. Ve ısındıkça çıtır çıtır sesler gelirdi borulardan, toplanırdık teneke sobanın başına. Sobalar evin fırınıydı, ocağı, çocukların çalışma salonu, kestaneci, mısırcı, çayhanesi, büyüklerin kütüphanesi, kedinin uyku yeri, ailenin toplantı mekánı...Yuva olmanın, sevginin, özlemlerin, umutların, hayallerin çatırdadığı yer... Sıcaklıktı sobalarımız...
Ben kalorifer peteklerini hiç sevmedim. Borularla ayrı ayrı odalara bölündü sıcaklıklar. Duvarlara takılan kalorifer petekleri aslında bizi bölüyordu, farkında değildik.
Kız ile oğlan odalarına çekildiler. Anne yemeği mutfakta yapıyor artık. Baba kitabını nerede okusa olur. Evi artık duman basmıyor, hep birlikte yaşanan minik duman savaşının o unutulmaz işbirliği son buldu. Yuvalar odalara dağıldı, kestaneci gitti, mısırcı orda değil, çay ocağı kapandı, kedi kayboldu ortadan...
Hikáyeler, anılar, sohbetler, bir arada olmanın o damak tadı, o yuva olmanın ısısı bitti... Bir teneke soba giderken neler götürdü bizden farkına varmadık bile.
" Doğalgaza çok zam geldi" diyorlar: '' Zam geldi, ısınmak artık daha pahalı...''
Modern hayat böyle istiyor, ne yapacaksınız?
Bu size medeniyetin getirdiği ağır fatura gibi gelebilir, ama bir teneke sobanın götürdükleri yanında lafı mı olur a dostlar. Bizim bir teneke sobamız vardı...
Bekir Coşkun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder