Kasaba esnafından biri olmalıydı kocam.
Akşam, güneş batmadan dükkánını kapatıp eve gelmeliydi.
Evimiz mümkünse bahçeli olmalıydı. Yaz akşamları sulayıp serin serin oturmalıydık.
Ben, orta boylu tıknazca, ev hanımı olmalıydım.
Cinsiyeti önemli değil, eli ayağı düzgün iki çocuğumuz olmalıydı.
Derslerine yardım etmeye yetecek eğitimim olmamalıydı.
Ama ara sıra ''Dersinizi bitirdiniz mi?'' diye sormalıydım.
Daha çok üstleri başlarıyla...
Yedikleri içtikleriyle...
Öksürükleri, aksırıklarıyla ilgilenmeliydim.
Yavaştan yavaştan çeyizlerini düzmeliydim.
Her ayın 15' i kabul günüm olmalıydı. Ellerime sağlık, kekler, poğaçalar yapmalıydım. İnce belli bardaklarda çaylar ikram etmeliydim.
Sabahları hırkamı omzuma alıp komşuya kahve içmeye geçmeliydim.
Patlıcan, biber kızartmalı, reçel kaynatmalıydım.
Akşamları özene bezene sofrayı kurmalıydım.
Kocam ajansı dinlerken ben lafa girmeliydim, o, ''Sus hanım, bi dakka'' demeliydi.
Böyle dese de beni çok sevmeliydi.
O uyuklamalı, ben bulaşık yıkamalı, çocuklar ders çalışmalıydı.
Bazen akşam oturmasına komşular gelmeliydi. Öyle Haremlik selamlık gibi değil, ama kadın erkek ayrı oturmalıydık.
Erkekler memleketi kurtarırken biz bütün kasabayı Dilimizden geçirmeliydik.
Herkes birbirinin kocasına, karısına ''Falanca Bey'', ''Filanca Hanım'' diye hitap etmeliydi.
Yanlışlıkla bacağımız, göğsümüz biraz açılıverse Yüzümüz kızarmalı, hemen
toparlanmalıydık.
Kocam kırk yılda bir, bir tek atmalı, neşelenip bir hicaz şarkı mırıldanmalıydı.
Şehvetten uzak şefkate yakın bir cinsel hayatımız olmalıydı.
Gözümüzü birbirimizde açmış olmalıydık, öyle de sürüp gitmeliydi.
Harama uçkur çözmemeliydik.
Zaten etrafımızda evli barklı komşularımızdan başka kadın olmadığından...
Dükkánda çelimsiz çıraktan gayrı, öyle sekreter falan çalışmadığından...
Ortalıkta gidilecek bar mar bulunmadığından...
Mankenler bizim kasabaya uğramadığından...
Ve de kocam, efendi bir adam olduğundan beni aldatamazdı. Pakize SUDA
* * *
'' Birinin kadını olmak… ''
Başka hiç kimse tarafından dokunulmamak, konuşulmamak, bakılmamak hatta!
Biraz korunmak, biraz şımarmak…
Birkaç çeşit yemek yapmak, İstiklal Caddesi' nde sıkı sıkı elini tutmak, belki film izlemek ama mutlaka çekirdek çitlemek, bi yerlerde çay içmek, pazar kahvaltısı yapmak uzun uzun, sahilde yürüyüş yapmak gibi küçük, ama zor heveslerim var!
Neden mi?
Herkesin eli tutulmaz,
Herkesle film seyredilmez,
Herkesle çekirdek çitlenmez,
Herkesin kadını olunmaz da o yüzden!
İçinden gelmeli….
Hücrelerine kadar hissetmeli, dna’larına kadar bilmeli insan!
Düşünerek emin olunmaz, bir anda ya olunur ya olunmaz.
Bir de şu yakın geçmiş duvarları olamasa, kafa da hiç karışmaz ya, olsun! Oysa bazen tek bir söze ya da bir bakışa yıkılır bütün duvarlar….
Kek yapmayı da öğrenmek lazım aslında bi ara!
Sabahları uyandığımda “günaydın sevgilim” mesajlarını görmek istiyorum telefonumda.
Gün içinde özlediğim birisi olsun istiyorum. Özlemek istiyorum birini. Çok özlersem dayanamayıp gidip sarılmak istiyorum. Dayanamamak istiyorum!
Çalışırken, düşünmek istiyorum onu! Aklımda olduğu için gülümsemek istiyorum ara ara … Gülümsediğim için daha çok çalışmak….
Birini sevmek istiyorum; hiç kimseyi sevmediğim gibi, biri sevsin istiyorum beni, hiç sevilmediğim gibi….
Biri o kadar çok sevsin ki beni, hatalarımı da sevsin istiyorum!
O kadar çok sevsin ki; hata yapmaktan ödüm kopsun!
Kıskansın istiyorum biri beni! Sorsun istiyorum “neredesin” diye, “Hımm kim aradı bakayım” diye! Ben sormam ama, korkmasın. O sorsun!
'' Biliyo musun ne oldu?... '' ile başlayan heyecanlı cümlelerin sonuna kadar tahammül etsin istiyorum biri bana. Mutlaka ipe sapa gelmez bir şey olmuştur ama dinlesin sonuna kadar. Ya bi yavru kedi macerası yada işte ona benzer bir şeyler olmuştur. Ben her seferinde sanki bahçeyi kazmışım da hazine bulmuşum gibi heyecanla ve öneminin üzerine basa basa anlatırım ya, dinlesin işte. “ Ya, evet, çok mühim bir şeyler olmuş ” falan desin bi de sonunda….
Şimdi ben istesem İstiklal caddesinde birinin elini tutup gezemem mi?
İstesem benimle çekirdek çitleyip aynı anda film setretmeyi başarabilecek birini bulamam mı bi arasam?
Şimdi ben yalnız olmak istemesem, yalnız olur ve bunları da yazıyor olur muydum?
Hiç sanmam!
Birinin elini tutmakla, birinin elini, sıkı sıkı tutmak arasında çok fark var!
Ya tutarsın ya da tutmazsın ya da, tutmuş gibi yaparsın işte.
Ben yapmam!
Bunu zaten bilirsin.
Kimin elini tutacağını yani.
Deneyerek bulamazsın.
Sadece bilirsin.
Bilmek!
Açıklaması yok.
Ve ben elini sıkı tutmayacağımı bildiğim hiç kimseyle İstiklal caddesine gitmeyeceğim!
Heyecanla ve özene bezene olmadıktan sonra kimseye yemek yapmayacağım!
Repliklerin bir anlamı yoksa, kimseyle film seyretmeyeceğim.
Zaten çekirdeği unutsun bile, asla olmaz!
Birinin kadını olmak istiyor canım; biraz konuşmak, biraz şımarmak…
Çekirdek mutlaka olsun!” Yasemin Pulat
* * *
Yoğurt Kapları
Sabah bulaşık yıkarken ellerimin annemin ellerine ne kadar benzediğini
fark ettim.
Benzemekten de öte; tıpatıp aynısı olmuşlar...
Ergenlik çağlarımda (hakikaten çekilmez bir yeniyetmeydim) annemin
ellerine sinir olurdum.
Ya da şöyle diyelim: Sinir olduğum bir milyon sekiz yüz kırk altı şeyden
biri de annemin elleriydi.
Kadıncağızın beni sinir etmek için ellerine özel olarak yaptığı bir şey de
yoktu.
Uzun kırmızıya boyanmış cadı tırnakları falan veya lime lime olmuş tırnak
etleri gibi bir durum da yoktu.
Sadece şekilsizdi. Yani güzel değildi. Ve ben buna sinir olurdum.
'Hah' dedim kendi kendime 'şimdi senin de bir sıpan olsaydı o da sinir
olacaktı ellerine. Yeterince güzel değilmiş diye..'
Şimdi ise o eller biraz daha elimin içinde kalsın diye ne numaralar
çekiyorum...
Yok üşüdüm, tutsana elimi, yok kremi fazla sürdüm, alsana birazını,
tırnakların uzamış, törpüleyeyim mi..
Aslında düşününce, eller dışında da anneme her geçen gün daha çok
benziyorum.
Eskiden çok umurumda olmazdı şimdi evde ufacık bir dağınıklık olsa
sıkılıyorum.
Sabah kalkar kalkmaz temizlik yapmaya başlıyorum.
Hesapça çay demleninceye kadarki vakti değerlendirmiş olacağım.
Çay zift oluyor, ben hâlâ bir yerleri siliyorum.
Aynı annem gibi ben de masa örtülerini düzeltmeden yanlarından geçmiyor,
hoh yapıp silmeden aynalara bakmıyor, yerden gübür toplamadan
ilerleyemiyorum artık.
Aynı onun gibi sabah kalkınca uzun uzun camdan dışarıya bakmadan güne de
başlayamıyorum.
Esnafla iki kelimenin beli kırmazsam aynı onun gibi eksik iş yapmış
sayıyorum kendimi.
Daha az süsleniyor ama tıpkı onun gibi daha ç ok bakım yapıyorum.
Eskiden tek bir nemlendiriciyi üç kereden fazla kullanamayan ben artık
her gün sabah akşam sürüyorum.
Üstelik fındık tanesi kadar miktar, oldu artik ceviz tanesi kadar! Rimel
ise kurumak üzere..
Bu kadarla kalsa yine iyi.. Arkadaşlarımdan çok bitkilerimle konuşmama
ne diyorsunuz?
Ya da yalnızsam on iki dedi mi en şahane filmi bile seyrediyor olsam
kapatıp cup yatağa giriyor olmama?
Veya çantamda vızıldayan bir çocuğa verilmek üzere BONBON taşımaya
başlamama?
Ben de şaşırıyorum ama gerçek.
Annemde dalga geçtiğim ne kadar şey varsa hepsini ben de yapıyorum
artik!...
Tek kaygım şu: Bir gün ben de YOĞURT KAPLARINI biriktirmeye başlayacak
mıyım acaba?
Aklımın almadığı tek şey bu. Bütün dolap içleri yıkanmış, kurulanmış
yoğurt kaplarıyla dolu.
Hepsi küçük kuleler şeklinde üst üste dizilmiş, kuzu kuzu bekliyorlar. .
Kapakları da elbette mevcut.
Onlarca değil yüzlerce!
Ne diyeyim...
Bir gün elimdeki yoğurt kabını deterjanlarken anlarım herhalde kap
biriktirmenin esbab-ı mucibesini.. .
***
Bu yazıyı geçen sene yine bu günlerde yazmıştım..
'Anneler günü' vesilesiyle biraz değiştirerek yeniden yayınlamak
istedim..
Çünkü hatırlatmak istedim ki annelerimizde kızdığımız, kırıldığımız,
dalga geçtiğimiz, hafife aldığımız, lüzumsuz gördüğümüz, saçma bulduğumuz ne kadar huy, alışkanlık, arzu, istek varsa bir gün hepsini kendimiz de edineceğiz . şakanızı, siteminizi yaparken bunu unutmayın istedim.
Üstelik bazen sadece alışkanlıklar değil bahtlar da annelerden kızlara
miras kalabiliyor. İyi veya kötü..
Onları eleştirirken, yargılarken bunu da düşünün istedim..
Çünkü..
Ben..
Artık..
Yoğurt kaplarını biriktirmeye başladım. Tuğçe Baran
* * *
Hiiiç, “ben yapmam” demeyin.
“Yaşlılığa daha çok var” da demeyin.
Ben bir liste hazırladım. “Yaşlanınca yapmayacağım” listesi...
Gelin siz beni dinleyin, bu yazıyı buzdolabında magnetin arasına sıkıştırın. Arada bir okuyun.
Hatta eklemeler de yapın.
Elbet zamanı gelir...
***
- Kadınsam saçımı platin sarısına, erkeksem kızıl kahveye boyatmayacağım.
- Yanılıp bıyıkları da boyayıp, iki gün sonra sarı kara bıyıklarla gezip çoluk çocuğun maskarası olmayacağım.
- Kadınsam dar paça dar jean, erkeksem Hawaii gömlekler giymeyeceğim.
- Şapka takmayacağım.
- Konuşmalarımın, örneklerimin her öznesi “Ben” olmayacak.
“Ben böyle yaptım”, “Ben var yaaa...”, “Ben meslekteyken” demeyeceğim.
- Tanıdıkların iş yerlerine de gitmeyeceğim.
- Gidersem de 10 dakikadan fazla kalmayacağım.
- Hele hele, “siz işinizi yapın ben çayımı içerim” deyip saatlerce oturmayacağım.
- Telefon açmadan emrivaki yapıp kapılarına dayanmayacağım.
- Çok konuşmayacağım, çok konuşmayacağım, çok konuşmayacağım...
- Her muhabbete atlayıp durmadan anılarımı anlatmayacağım.
- Açılan her konuyu kendi anıma dayandırmayacağım.
- Anıları da abartmayacağım.
- Unutup aynı anıları tekrar tekrar anlatmamak için çevremdekilerden yardım isteyeceğim.
- Kibarca, “evet, daha önce anlatmıştınız” diyenleri duymazdan gelmeyeceğim.
- Restoranda, yolda gürültü yapan gençlere, çocuklara bakıp “cık cık cık” yapmayacağım, asabi asabi kafa sallamayacağım.
- Kimseye “gençliğinizin kıymetini bilin” demeyeceğim. zaten bilmeyeceklerini unutmayacağım.
- Genç kızlara, “Saçınızı boyatmayın, makyaj yapmayın; gerek yok. Zaten ileride mecbur kalacaksınız” demeyeceğim. Çünkü asıl o zaman yapılmayacağını bileceğim.
- Bir olayı anlatmam 2 saat sürmeyecek. Kısa giriş, mümkünse az gerekçe ve hemen sonuç...
- Erkeksem önleri artık olmayan saçlarımı uzatıp, ense kökünden at kuyruğu yapıp, çapkınlığa çıkıp “kart zampara” olmayacağım.
- Kadınsam estetiği dozunda bırakacağım. 70’lik bedene çekik ve şiş 30’luk surat yaptırmayacağım.
- Fuşya, parlak sarı ve lame kıyafetlerden uzak duracağım.
- Her konunun en doğrusunu bildiğimi sanmayacak, daha da önemisi bunda diretmeyeceğim.
- Sinirli olmayacağım.
- Kendimi sevimli sanmayacağım.
- Karşı fikirlerle karşlaştığımda hırçınlaşmayacağım.
- “World is against me” sendromuna girmeyeceğim.
- Biraz da arabeskleşip “öldürmeyen düşman beni kuvvetlendirir” girdabına düşmeyeceğim.
- Hayatı kendi yaşadıklarımdan ve duyduklarımdan ibaret sanmayacağım.
- Herkesi kendim gibi emekli sanmayacağım.
- Telefon edip direk konuya dalmayacağım, “Müsait misin?” diye soracağım.
- Telefonlarıma cevap verilmediğinde, ısrarla aramaya devam etmeyeceğim. Müsait olmadığını düşünüp, hemen alınmayacağım.
- Gençken kariyer ve para peşinde koşmaktan, birtakım hobiler edinmeyip, şimdi yapacak bir şey bulamayıp sudan çıkmış balığa dönmüşsem, artık zor da olsa bunları yapmaktan vazgeçmeyeceğim.
- Gençken para, kariyer peşinde koşacağım diye hısım akrabayı, arkadaşlarımı ihmal edip, görmezden gelmişsem, çevremi dağıtıp, şimdi maymun gibi ortada tek başıma kalmışsam, bu saatten sonra yalnız kalmama uğruna kurulacak arkadaşlıklara çok dikkat edeceğim.
- Acımasız olmayacağım...
- “Ben nasıl yaptım, onlar da yapsın efendim!” demeyeceğim.
- İnsanın kırk yaşına kadar geçen yıllarının bir kitap, geriye kalan yıllarının da o kitabın eleştirisi olduğunu savunmayacağım.
Ama hem savunmayıp hem de uygulamayacağım.
- “Eğlence gençlikte günah, yaşlılıkta çılgınlıktır” felsefesini ilke edineceğim.
- Sakin bir sahil kasabasına yerleşip iyice bunalıma girmeyeceğim.
- O sessizlikte denize bakıp bakıp geçmişimle hesaplaşıp, gelecek göremeyip kendimi iyice yaşlanmaya bırakmayacağım.
- Mümkünse yaşadığım şehrin en kalabalık merkezine yerleşeceğim.
- Pembe toka takmayacağım.
- Çocuk büyütmek üzerine akıl vermeyeceğim.
- Herkesin kocasının benim kocamla aynı karakterde olduğunu farzedip bu doğrultuda akıl vermeyeceğim.
- Sevişmediğin bir adamla da evlenebileceğini söyleyenlerden olmayacağım.
- Bu listeyi de saklayıp her sene yeni maddeler ekleyeceğim.
***
Var mı artıran... P. SUDA
* * *
Bir erkeğin hayatına kim bilir kaç kadın girer ve çıkar?
Hangisine ''sevgilim'' hangisine ''kadınım'' diye hitap eder acaba? '' İkisinin arasında ne fark var ? '' diyeceksiniz. Elbette çok fark var. Bir erkeğin hayatına giren kadınlar ''sevgili '' dir. Ama bir tanesi vardır ki; ona ''KADINIM'' diye hitap eder.
Sevgilim dediği; hoş vakit geçirdiği, bazen boşluğunu dolduran, bazen hüzününü dağıtan, bazen onu eğlendiren, bazen onu dertlerinden uzaklaştırandır. Hatta onunla evlenebilir de... Çocukları bile olur. O artık çocuklarının annesidir. Bir insan olarak onu sever. Ona zarar gelmesini istemez. Bir zaman sevgilim dediği şimdi resmi olarak karısıdır.
Bir erkek ''kadınım'' diyorsa, bu sözcüğe yüklediği anlam bambaşkadır. Onun içinde şevkat, sevgi, aşk, sahiplenme, ait olma, kıskançlık, gurur, koruma hissi ve kimseyle paylaşamama vardır. Hayatının anlamı vardır artık. Adeta O' nu bulmak ve onunla yaşamak için doğmuştur. O' nun olmadığı bir yaşamı düşünemez. Onun için canını verebilir. Bu aşktan da öte bir şeydir. Bu bir tutkudur.
Bu şekilde hitap edilen kadın da, kendini özel ve önemli hisseder. Bu onun için sıradan olmayan bir ilişki ve aitliğin göstergesidir çünkü...'' Kadınım '' çok sihirli ve özel bir sözcüktür çünkü... O nedenle, erkeğin bu sözcüğün kadın ruhunda yarattığı anlamı bilmesi gerek! Ona kaç erkek bu şekilde hitap etmiştir ki...
Erkeğin kadını olarak hissettiği ve '' kadınım '' dediği kişinin resmi nikahlı karısı olması da şart değildir. O' nu karısı gibi düşündüğü için '' karım'' da diyebilir. Bu duyguların en güzel örneğini ünlü şair Bedri Rahmi Eyüboğlu yaşamıştır. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Hanım' la evlidir. Ancak Mari Gerekmezyan'a aşık olmuştur. Mari, Bedri Rahmi Eyüboğlu' nun asistanlik yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi' nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiştir.
1949′ da bir gün İstanbul Büyük Kulüp’ teki bir toplantıda davetliler, Bedri Rahmi Eyüboğlu' ndan bir şiir okumasını isterler. Eyüboğlu ayağa kalkar ve Karadut' u okumaya başlar:
'' Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.''
Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzülür. Salondaki herkes niye ağladığını anlamıştır. Çünkü aşklarını bütün İstanbul bilmektedir. O anda yanında oturan Eren Eyüboğlu da anlamıştır. Çünkü şiirde '' kadınım, kısrağım, karımsın '' dediği kadın, kendisi değildir.
Görüldüğü gibi erkekler sadece nikahlı karılarına kadınım ve karım kelimelerini kullanmıyorlar. Bu bambaşka bir duygu. Çünkü bunun adı aşk.! Doğa üstü bir duygu. İnsanın vücut kimyasını değiştiren, ruhunda volkanların patlamasına neden olan bir duygu. Onu bulduktan sonra kaybetmek ise çok acı verir.
Bu yazıyı yazdıktan sonra fikirlerine güvendiğim erkek arkadaşlarıma sordum; hangi kadına kadınım diye hitap edersin? diye...
'' Kadınım kelimesinin içinde cinsellik vardır. Çok özel biri olması gerekmez '' dediler.
Çok hayret ettim. Oysaki kadın gözünde ve kadınca duygularda; ''kadınım'' çok özel bir sözcüktür ve her kadına söylenince anlamı kalmaz.
Şimdi diyeceksiniz ki, sen bu duyguları bu kadar iyi nereden biliyorsun. Çok haklısınız.
Peki bana '' KADINIM ''diye hitap edilmiş olamaz mı?
* * *
'' Terk edilmek ''
Terk edilmek çok zor bir durum. İnsan kabullenemiyor bir türlü. Yakıştıramıyor kendine. Sanki terk edip giden karşısında maçı mağlup bitirmiş gibi bir duygu hali çöküyor omuzlarına insanın. Omuzlar çok zayıf, yük çok ağır geliyor o terk edilme anında.
Her ne kadar o yük ile yaşamaya alışsak da bir süre sonra… Bu yüke alışmamız yükün hafiflemesinden değil… Biz, omzumuza binen her yükle biraz daha güç topluyoruz galiba.
Ortaokulda, lisede, daha hayatımızın baharındayken, ilk gençlik aşklarımızla yaşıyoruz ilk terk edilişleri. Bazen sevgili terk ediyor bizi, bazen de aşk!
Sevgili terk ettiğinde mahzunlaşıyor, kendimizi yapayalnız hissediyoruz bir anda. Aşk terk ettiğinde ise, yoksullaşıyor gönlümüz. Sevgililer bize ulaşamıyor, biz sevgililere… Yoksul gönüllerimiz öylesine bakıyor mutluluklara. Çaresiz, umutsuz, kırılgan. Cesaretimiz olmuyor yeni bir sevgiliye yaklaşmaya… Aşksız sevgili olmuyor çünkü. Sevgilisiz aşk ise… O da olmuyor be! Sevgiliyi aşk getiriyor, aşkı sevgili yaşatıyor.
Sevgililerimiz terk ediyor bizi… Aşklarımız terk ediyor… Pamuk yüzlü nenemiz, dizinde masalların en güzelini dinlediğimiz, gözlerinin içi gülen dedemiz terk ediyor önce… Bazen bizi minicik yaşımızda, hayatla bir başımıza bırakıp giden annemiz, babamız terk ediyor…
Her terk edilişi bir başkası izliyor hayatımız boyunca. Hayatımızdaki özel insanların bir daha hayatımızda olmayacağı gerçeği, her defasında bir tokat gibi patlıyor yanağımızda! Her defasında diğer yanağımızı çeviriyoruz sanki gelen yeni tokada. İsyan etsek, diklensek ne fayda! Tokatlar ömrümüz boyunca bitmiyor ki! Her tokat bir başka terk ediliş, her terk ediliş bir başka yalnızlık...
Terk edilmek çok zor bir durum. Bu zorluğu yaşamak, üzülmek, sarsılmak, yıkılmak için ille de kalbimizde oluşan çatlakların genişleyip çoğalması, gönül sütunlarımızı parçalaması, bizi ayakta tutan tüm kolonları dağıtması gerekmiyor. Başka diyarlarda parçalanan hayatlar, başka ruhlarda açılan yaralar da dağlayabiliyor kalplerimizi. O hayatlarla hayatlarımız birleşiyor sanki bir anda; beraber üzülüp, beraber ağlıyor, beraber kahroluyoruz. Hiç tanımadığımız, hiç bilmediğimiz kalplerin yaraları, bizim içimize kanıyor, o gözlerden akan yaşlar bizim yanaklarımızı ıslatıyor.
Şehit edilen yiğitlerimizin cenazelerini izlerken, kim bilir kaçıncı kez aynı duyguları yaşadık. Kim bilir kaçıncı kez isyan ettik! Hep beraber, o gencecik çocukların babası olduk yıkıldık, annesi olduk ağladık… Hayatta yapayalnız kalmış kardeşleri olduk ağıt yaktık… Yavukluları olduk, tazecik sevgimizi onlarla birlikte kara toprağa verdik… Onların hiçbirini tanımazdık, bilmezdik ama onlar gidince bir kez daha yalnız kaldık… Bu soğuk kış gününde, onlar toprağın altında, biz burada üşüdük.
'' Ateş düştüğü yeri yakar '' derler… Bu nasıl bir ateştir ki, tüm anaların, babaların, kardeşlerin, yavukluların kalbini yakıyor?
Bu nasıl bir cehennemdir ki, sadece insan olanların yüreğini dağlıyor da, insanlıktan nasibini almamışlara dokunmuyor bir türlü. İnsan olmanın, insanları sevmenin bedeli bu kadar ağır olmamalı!
İnsan olmak ne zamandan beri cezalandırılır oldu?!.. Hani iyi insanlar, ödüllendirilirdi?.. Hani iyi insanlar mutlu olurdu?.. İnsan olmamızın ödülü acı mı, sevdiklerimizden ayrı düşmek mi, her yeni güne kahrolarak başlamak mı?..
Terk edilmek çok zor bir durum. Yaşanan; acı, üzüntü, çaresizlik ve yalnızlık. Yaşanan; kimsesizlik.
Terk edilmek, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeği ile yaşamak zorunda kalmak.
Terk edilmek, insan olmanın bedeli.
Terk edilmek, sevdiklerimizin değerini bilmemiz, onlara daha sıkı sarılmamız için hayatın bize verdiği en acı ders.
Bu dersten kaçmayı, kaytarmayı o kadar çok isterdim ki. Ne çare kaçamıyoruz bu dersten. Nerede olursa olsun bizi bir yerlerde yakalayıp, veriyor notunu hoca!
* * *
Ne çabuk gelişti her şey, farkına varamadan oldu ve bitti. Zamansız bir vedaydı, eksildim. Şimdi ne varsa aşka, vefaya, özleme dair, hepsi içimdeki yerini değiştirdi.
Gidişlere alışık bir yürek için, ayrılık zor değildir. Bunu da atlatırım ancak zamanı değildi. Sen gittin, bıraktığını zannettiğin beni de sürükledin.
Yalnızlık ne ağır bir yürek sancısı, ne parçalayan bir vurgundur bilemezsin. İçini kemiren kaygıların, mantığının önüne geçer. Şiddetli bir fırtınadan geriye ne kalırsa, ayrılığın ardından o kadar virane kalır insanın ruhu. Kaldı ki, ben bitişlere alışığım ama bu zamansız oldu.
Gittiğin yerde daha mutlu musun diye düşünmeyeceğim. Öyle olacağına inanmasan gitmezdin. Vardır mutlaka bir bildiğin, yoksa bilmeden mi gittin? Bir maceradan öteye geçmeyecek ama ruhunu besleyecek bir yolculuksa çıktığın, gönlün rahat git, ben o duyguyu bilirim. İnsanın arayışlar içinde kendi çemberinde dört döndüğü uzun zamanlardan sonra, zincirlerinden kopma ihtiyacıdır bu hareketin, anlarım.
Sadece zamansız oldu… Bu gidişin hiç sırası değildi.
Her ne kadar zamansız da olsa bu bitiş, senin adına dua edeceğim. Beni düşünme, tadını çıkar yeni yaşayacaklarının. Ama yaşayacakların, geçmişindeki bağlardan koparmasın. Sırtında bir yük gibi taşıma, ama hep cebinde tut derslerini. Deneyeceğin acılar ve kahkahalar zenginliğin olacaktır, doğru değerlendir.
Bir gün arayıp haber ver mutlaka, çünkü ben merak edeceğim bu yolculukta ne kadar büyüdüğünü…
* * *
Hiçbir karşılaşma tesadüf değildir. Hiçbir hissediş, düşünüş, bakış, algılayış, seziş de öyle... Hatta bunların tersi de tesadüf değil.
Alışveriş yaptığımız market, yemek yediğimiz lokanta, su içtiğimiz çeşme, yürüdüğümüz kaldırım ve orada yanlarından birer yabancı olarak geçip gittiğimiz insanlar...
Tesadüf gibi görünen karşılaşmalar, yolu sorduğumuz herhangi biri, hafifçe çarptığımız insan...
Bize gülümseyen küçük bir çocuk önümüzden aniden uçuveren kuş...
Gün boyu yaşadığımız en basit olay bile herhangi bir zihinsel, fiziksel, ruhsal yada duygusal bir olayın tetikleyicisi olur.
Küçük ya da büyük... Bazen hiç hesapta olmayan durumların içine çekiliveririz. Hayal bile etmediğimiz olayları yaşarken buluruz kendimizi...
Bir martı çığlığı,bir satıcı bağırışı, alır götürür bizi yıllarca ya da yollarca uzaklara... Hem öğretmen hem de öğrenciyizdir her ilişkinin içinde.
Doğduğumuz aile, gittiğimiz okullar, sıra arkadaşımız, sevgilimiz , eşimiz, çocuğumuz vs..
Her ilişki, farklı bir yönümüzün aynasıdır. Ve bizler de onlar için birer aynayız.
Farkındalığımız yükseldikçe, durumları ve ilişkileri yaşarken, kendimizi ve yaşanılanları gözlemlemeye başlarız. Ve eğer yaşadıklarımıza yüksek idrakle bakabilmeyi başarırsak, o ilişki ya da durumu ne için yaşadığımızı kavrarız.
Düğmelerimize en fazla basan insanlar, en iyi öğretmenlerimizdir. O ilişkide kurban olmadığımızı anlar, ilişkinin bize neyi getirdiğini kavrar, ya da almamızı gerekeni alır yolumuza devam ederiz.
Eğer bunu yapamazsak, o ilişkide ya da durum içinde tutsak olur, ya da almamız gereken dersi alıncaya kadar daha travmatik durumları tekrar takrar yaşamaya devam ederiz.
Bazen bazı insanların hayatına yalnızca katalizör olarak gireriz. Onların hayatlarında değiştirmesi gereken durumun düğmesine basar ve sessizce çekiliriz. Ve yüksek farkındalık içinde kalırsak, yaşanılan durumdan etkilenmeden, arkamıza bakmadan yolumuza devam ederiz.
Özet olarak, en büyük düşmanımız en iyi dostumuzdur aslında. Çünkü bizde en büyük değişime neden olur genellikle...
Ve her karşılaşma kutsaldır. Karşımızdaki insanın tanrısallığını kabul edip o şekilde yaklaşırsak, nefreti, öfkeyi, suçluluk duygusunu, o insana karşı sorumlu olduğumuz ve o ilişkiye mahkum olduğumuz duygusunu ve kini söküp atarız varlığımızdan.
Yaşadığımız her durum, tanıştığımız her insan öğretmenimizdir. Ne kadar kısa sürede öğrenirsek öğrenmemiz gerekenleri, alırsak gereken dersi; yaşadıklarımızı çözüp, iç huzuruna, mutluluğa kavuşuruz.
...
Affetmekten konu açıldı geçen gün. Herkes affetmekten söz ettiğini sanarak "unutma"yı anlattı!.. Sesimi çıkarmadan dinledim. Bu yanılsamayı bozmak, zarif fakat süsten başka işe yaramayan bir porselen bibloyu kırmak olacaktı! Vazgeçtim.
Hayatım boyunca, ne olup bittiyse, neye kırıldıysam, ne canımı yaktıysa... Düşündüğümden daha çabuk affettim! Hatta kendime "affetme mevkii"ni biçmeyi yadırgadım, ayıpladım. Ama bazı şeyler var ki, ah!. Nasıl bir bela! Affetsen bile unutamıyorsun!
Düşünüp tasarlayarak affedemeyiz. Yaralı bilinç kolayca anlayışlı olabilir ama bağışlayıcı olmakta zorlanır.
Affetmek için zamanın ve vicdanın el ele vermesi ve insanın içindeki kibir çekirdeğini yenebilmesi gerekir.
Almak isteyen affedemez! Çünkü affetmek vermektir.
***
İlişki bitince her şeyin biteceğini sanıyor ve aldanıyoruz.
Oysa her güçlü ilişki kuytuda bir yerde uzun yıllar yaşamayı sürdürecek izler bırakır.
Bazen ilişki biter ama aşk kalır...
Bazen ne ilişki kalır geriye, ne aşk ama bir bakarsınız ki, nefret ortalığın tozunu atıyor!
Bunların nedeni ayrı! Zaten popüler kültür sakız gibi çiğneyip duruyor bu konuları.
Ama şu çok açık...
Aşkın karşıtı nefret değil, kayıtsızlık!
***
***
Hep unutuyoruz: Romeo ve Jülyet yeni yetmeydi... Yani çocukluğun o asude ve korunaklı neşesinden henüz çıkmış ve belirsiz bir geleceğe doğru "fırlatılmış" olmanın hüznüyle birbirlerine tutunmuşlardı!
***
Aşk... Bir tür ergenlik hali... Âşıklarla ergenler o yüzden mi birbirlerine benziyor? Ah insanı elden ayaktan düşüren o heyecan!
***
Şehri bırakıp doğaya, bağa, bahçeye gidenlere imreniyorum. Ben yapabilir miyim bunu? Sanmam! Ben bir limon ağacım olsun istemiyorum. Ben limon ağacı olmak istiyorum.
***
Sükut ya cehaleti saklamaya ya da şiddetli bir patlama için öfke biriktirmeye işaret ediyor. Ya sükunet?.. Sükut, sükunetle ilişkisini kopardı! Oturup sırf bunun için ağlayabilseydik keşke!
***
Flört dediğimiz şey artık bir tür piyasa... Orada "sevme"nin değil, "sevilme"nin değeri yüksek! Herkes neden durmadan birbirine eski sevgililerini anlatıyor sanıyorsunuz? Ne kadar sevildiklerini ve ne az sevebildiklerini kanıtlayabilmek için!
***
Hep iki "kişi"yi severek başlarız... Biri sevdiğimizin yanımızdaki hali, diğeri bizden uzaktayken zihnimizde bıraktığı iz. Bu ikisi birbirinden öyle farklıdır ki bazen, iki ayrı kişi gibidir. Sonra sürekli birlikte yaşamaya başlarız. Aylar, yıllar geçer. Sevgimiz eksilmiş gibi gelirse, bundandır!
***
Dokunmak kadar açık seçik, bağıra bağıra şarkı söylemek kadar ferahlatıcı ve bir ikindi vakti toprağa uzanıp uyumayı andıran bir sevgi var mıdır? Olmalı.
***
kuşaklar boyu insanlar objektif karşısında gülümsemekte zorlandı, tutuk kaldı. Hele dişlerini göstererek gülümsemeyi hiç uygun bulmadı.
Eski resimlere, hele siyah beyaz çağının fotoğraflarına bir bakın, göreceksiniz.
Gülümsemeler belli belirsizdir. Kaşlar, gözler, bedenler kasılmıştır.
Herkes bir an önce çekimi gerçekleştirip objektif karşısından uzaklaşmak için tetikte bekler!
***
Çoktandır durum değişti..
Fotoğraf makinesi ortaya çıktığı anda...
Depresyondan kırılan, öfkeyle somurtan suratlar gülümsemeye geçiveriyorlar.
Hem de ne gülümseme!
Öyle manken, model işi değil! Hatta gülümserken güzel görünüldüğü için bile değil!
Yeni poz kültürü bambaşka bir gülümseme üzerine kurulu!
Ne kadar tatsız, keyifsiz olunursa olsun, deklanşöre basılmadan hemen önce bütün dertler bir yana bırakılıyor. Sırt dikleştiriliyor; sonra hafifçe yan dönüp mümkünse dişler gösterilerek poz veriliyor. Güçlü vaatlerle dolu ve gururlu bir gülümseyişle!..
***
Neden mi?
Çünkü o fotoğraflar Facebook'a konulacak, Twitter'da görücüye çıkacak.
Fotoğraflar artık basitçe bir "hatıra" özelliği taşımıyor.
Fotoğraflarımız kimliğimiz, kişiliğimiz, hayatımız hakkında bir hikâye ve güncel bir duyuru, bir ilan, hatta apaçık reklam!
İşte o yüzden yeni bir gülümseme tarzı var.
Hani nasıl reklam sektöründe cinsellik satıyorsa...
Sosyal medya âleminde de mutluluk ve eğlencenin piyasası yüksek!
Poz poz gülümsemeler, o parlak dişler, o kahkahaya çeyrek kala haller bundan...
"Hayatımız" mutlu bir fotoğraf artık...
Ya da pek eğlenceli bir video...
Ama gerçekte mutsuzluktan kırılıyormuşuz, ne gam!
***
Yüzlerdeki yorgunluk!
Saflık belki! Saflıkta inat! Ama gerçekten anlayamıyorum: nasıl oluyor da müzikli lokallerde kadınlı erkekli gruplar avaz avaz bir neşeyle "unut, sevme beni" diye şarkılar söylüyor; nasıl oluyor da "bu aşkın sonu, ne yazık ki hicran, gözyaşı dolu" diyerek göbek atıyorlar? Neşesi yapmacık, hüznü bulanık kaçıncı "fasıl"dır bu, bilen var mı?
***
Modern insan gizli gizli dua edip yalvarıyor: "Tanrım, ruhumu kurtar benim!" Ve işte tam o anda derin bir endişeye kapılıyor: "Ruhum var mı benim, kaldı mı?"
***
"Adil yasaların varlığı bir toplumu adil kılmaya yetmez. Bunun için o toplumda adalet fikrinin sürekli tartışmaya açık kalması gerekir" diyordu C. Castoriadis. Doğru! Fakat adalet fikrini sürekli tartışmaya açık tutmak çok zordur. Çünkü iki güçlü sosyal kesim; memurlar ve tüccarlar bunu önlemek için her şeyi yaparlar.
***
Zararsızlara ve tembellere iyiler diyoruz. Bu aptalca yanlış bizi bitiriyor.
***
Kıyı kasabalarını dolaşırken dikkatimi çekiyor: Çakıllı yerden denize girenler, bunun apayrı bir güzellik olduğunu bilenler her yıl biraz daha azalıyor. Kuma basmak bile istenmeyen bir şey olup çıktı. Bütün kıyılar iskelelerle kapatılıyor. Ayaklar çok mu narin şimdi? Bilmem! Zaten denize girmek istemeyen, yatıp güneşlenmeyi veya kıyıda "piyasa" yapmayı tercih eden yeni kuşaklar için bütün bunların bir anlamı yok! Peki çakılın suya kazandırdığı o büyülü, o oyuncu, o ışıklı saydamlığa ne demeli!.. Konu doğaysa eğer, konfor güzellikle zıtlaşıyor!
***
Arkadaşlık isteniyor, yetmiyor! Sevgililik isteniyor, bu kez de fazla geliyor! Flört kültürü bu çıkmazı aşamaz.
Çünkü hem eğlenceyi hem de sevip sevilmeyi aynı anda garanti altına alamazsınız.
***
50'lerinde bir grup kadın. Kafede karşımdaki masada oturuyorlar. Bir önceki kuşağın aynı yaştaki kadınlarına göre fazlasıyla zinde ve bakımlılar. Ama yüzlerinde garip bir yorgunluk var. Çok geçmeden anlıyorum: Yarış yorgunluğu bu. Soluk soluğa ve zorlu bir yarışta yarışçı olmanın yorgunluğu! Çocuklarını, eşlerini ve kendilerini yıllardır başkalarıyla ve başkalarının çocuklarıyla, eşleriyle yarıştırıp duruyorlar... Kafedeki kadınların yüzlerine bakmaya devam ediyorum: Sevgiler, nefretler, acılar, sevinçler, ihtiraslar, kazançlar, kayıplar. Onlar da bir bir yüzlerine kazınmış. Ama sevinç yok! Tanrı'nın o güzelim kıvılcımı, sanki hiç yaşanmamış gibi; en ufak bir iz bile bırakmamış! Neden böyle?
***
İki temel sevme biçimi vardır: Yakınlarımızı (kardeşlerimizi, akrabalarımızı, iş arkadaşlarımızı, vd.) sevmek ve birini aşkla sevmek! Yakınlarımızı sevmek onlara katlanabilmenin en zarif yoludur çoğu zaman; birine âşık olmak ise hayattan kaçmanın en güzel yoludur!
***
Canımızı sıkan mecburiyetlerimizden, bizi çoğu zaman şapşallaştıran masumiyetlerimizden, altından kalkamadığımız yüklerden, kalbimizi sıkıştıran hınçlar ve kırgınlıklardan, bizi ille de kuyruğumuzu dik tutmaya zorlayan ilişkiler ve alışverişlerden, unutamadığımız yenilgilerden ve utandığımız yengilerden kaçarız... Ötekilerin arasından seçip ayırdığımız birine... Ve aşk olur! Hızla gerçekleşir bu! Ağır ağır olursa, hayata yakalanırız! Aşk isterken arkadaşlığa talim edenlerin sayısı bu yüzden çoktur!
***
Birini sevmek, ona koşmak, ona kaçmak, ona sığınmaktır. O yüzden çoğumuz "kapıyı vurup sokağa fırlar" gibi severiz.
***
Yaz akşamları...
Son zamanlarda Ege'de dolaşırken dikkatimi çekiyor.
Yeni apartmanlar, yeni mahalleler, yeni yaşam biçimleri yüzünden sadece balkon keyifleri değil...
Yaz akşamlarının o güzelim kapı önü muhabbetleri de yavaş yavaş tarih oluyor.
Bu değişime ayak diremek zor.
"Kapı önü" kalmayınca, muhabbeti nasıl sürsün!
Oysa bu gelenek oralarda kim bilir kaç yüzyıldır sürüyordu.
Kadınlar kısık sesli kıkırdaşmalarla günün dedikodusunu kaynatırken; çocuklar çiğdem çitlerken; aile reislerinden kimisi rakısını, kimisi demli çayını yudumlarken sokak kocaman bir "misafir odası"nı andırırdı.
* * *
Yok! Anlatmak istediğim tam olarak bu değil!
Şu an ne özel olarak Ege'den söz etmek istiyorum, ne de geçip giden bir kültürden.
Anlatmak istediğim şu...
Yaz mevsimini sevmek güneşi, denizi, tatili sevmek sanılıyor ya...
Nasıl da yanıltıcı ve modern bir kurgu bu! Deniz kıyısında tatil dediğimiz şey koskoca insanlık tarihinde topu topu 150 yıllık bir hikâye!
Yaz mevsimleri boyunca binlerce yıldır içimize işleyen, genetiğimize ve ruhumuza yazılan asıl "tat" başka bir yerde!
Nerede mi?
Akşamlarda...
Karanlıktan korkmadan, soğuktan ürpermeden sabaha kadar uyanık kalıp uzattığımız gecelerde...
* * *
"Ben yaz mevsimini çok severim" diyenlere şöyle bir bakarım.
Sadece güneşe dair bir şeyler anlatacaksa...
Tatil havalarından dem vuracaksa...
Sevdiği şeyin ne olduğunu bildiğinden kuşku duyarım.
İğde kokuları altında bir sedire uzanıp yıldızları seyretmemiş; sevgilisiyle balkonda oturup sabaha kadar fısıldaşmamış, şehrin ünsüz ve ıssız caddelerinde yaz geceleri tek başına amaçsızca yürümemiş, sıcak ve nemli bir gece tarihi bir türbenin duvarına yaslanıp "nereden geldik, nereye gidiyoruz?" diye kendine sormamış biri...
Henüz yaz mevsimini tam olarak tatmamış, anlamamış, hakkını vermemiştir!
***
Aceleye Gerek Yok ki...
Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.
Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız?
Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi?
Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.
Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz.
Gerçekte hız çağında yaşıyoruz Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.
Sevmeye bile vaktimiz yok bizim...
Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.
İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında Ama yine de vaktimiz yok işte!
Bence doğanın kara bir laneti Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor
Milan Kundera "yavaşlık" adlı kitabında; "yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur" diyor Telefon hızlılık mesela, konuşulanları,söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok.
Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.
Aceleye ne gerek var?
Hayat, yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş.
Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da, ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...
C. Dündar
Bazen aşk gider... ve hayatta gider onun peşinden terk edildiğin yerde öylece kalakalırsın bir sabah uyanırsın ki gözünü açtığın ömür senin ömrün değildir.
Aynada tek parça görünen bedenin aslında lime limedir nefes diye içine çektiğin ciğerlerinde parçalanmış aşkının cam kırıklarıdır her sabah ölmeyip neden uyandığına lanet edersin bazen aşk gider önünde bir kadeh rakı küllükte bir ölüm dolusu izmarit öylece bakakalırsın arkasından..kulağın hiç çalmayacak olan telefondadır zaman dursun saatler hiç geçmesin istersin tanrım ne olur gerçek olmasın ne olur güneş doğmadan geri dönsün teninde baksa tenin kokusunu getirse bile dönsün yeter ki hiçbir şey sormam ona bu geceyi yaşanmamış sayarım unuturum yeter ki aşık olmasın...içimde durmaksızın çığlık atar dualar ama bazen aşk gider ve o çaresizce yalvardığın tanrı bile gider peşinden sonra sabah olur güneş doğar aşkın gelmez bir türlü bir gecede değişir ömrün o bir türlü inanmak istemediğin kader seninle alay eder gibidir...ömürünü adadığın yıllarını önüne serdiğin aşkın bir gecede başka bir hayata karışmıştır işte bir gecede bir başkasının aşkı olmuştur İNANAMAZSIN!
Bazen aşk gider..Ve sen yıllardır içinde yaşadığın yürekten valizler dolusu anılarla kendi yalnızlığına taşınırsın... Elin varmaya varmaya boşaltırsın dolapları...
Çekmeceden çıkan her giysi parçası onunla geçirdiğin anıların tarihiyle ağırlaştıkça ağırlaşır... Onun kollarında geceler boyu cennet uykularına karıştığın yatak sen giderken utancından bakamaz yüzüne bakamaz Doğmamış bebegin yerine koyup büyüttügün cam önündeki o küçük mor menekşe yapraklarına kondurduğun veda öpücüğüyle büker boynunu.. Valizlerini kapının önüne yığıp yüzün sırılsıklam son bir sigara içip yığılırsın koltuğa Gidiyorsundur işte...
Aşkını kendi ellerinle bir başka aşka teslim edip... Ömrünü onun ömrüne, hayallerini onun hayallerine, sevdanı onun sevdasına ekleyip... Bazen aşk gider... Ve adresi değişir evinin... Sesinin tonu değişir, yüzünün rengi... Yastığının sıcaklığı, yedigin yemeğin tadı uykuların değişir Ve rüyalarin her aksam açıp girdiğin kapıdan başka bir sevda giriyordur artık... Her gün oturduğun koltukta o bakmaya doyamadığın gözlerin ışığında bir başka sevda oturuyordur Yıllardır evinde ağırladığın, masalarına konuk olduğun, hayatlarını paylaştığın dostlarının kahkahaları arasına bir başka ses karışıyordur artık... Senin gölgene alışkın duvarlar bile çoktan kabullenmiştir yokluğunu Her gece uyuduğun yastığa bir başka sevda bırakıyordur kokusunu..
O öpmeye kıyamadığın dudaklarda bir başka sevdanın adı Aşkının o tek cennet bildiğin uykularında bir başka sevdanın rüyaları Bazen aşk gider ve anılarda gider peşinden... Siz hiç o yüreğinize sığdıramadığınız aşkınızı bir başka sevda için ağlarken gördünüz mü?... Ben gördüm!... Kör oldu gözlerim onunla sevdasına ağlamaktan Bir alev topu gibi onun için çığlık çığlık yanarken siz hiç aşkınızın önünde diz çöküp "Bu kadar çok seviyorsan bırakma onu, sana kıyamam ne olur git," diye yalvardınız mı?... Onu bir başkasınınn kollarında düşünürken siz hiç geceler boyu aklınızı kaçırmamak için kendi kendinize bağırdınız mı: "Unut onu, unut onu, unut onu ya da ÖL!..." içinizdeki o durmak bilmeyen yanğının acısını dindirsin diye kanatıncaya kadar bileklerinizi ısırdınız mı?...
Göz yaşları içinde yastığınıza gömülüp her Tanrı'ya sığınmak istediğinizde artık başka bir yüreğe sevdalı olan aşkınızı ondan geri istemekten utanıp dua etmekten vazgeçtiğiniz oldu mu hiç?...
Aynada tek parça görünen bedenin aslında lime limedir nefes diye içine çektiğin ciğerlerinde parçalanmış aşkının cam kırıklarıdır her sabah ölmeyip neden uyandığına lanet edersin bazen aşk gider önünde bir kadeh rakı küllükte bir ölüm dolusu izmarit öylece bakakalırsın arkasından..kulağın hiç çalmayacak olan telefondadır zaman dursun saatler hiç geçmesin istersin tanrım ne olur gerçek olmasın ne olur güneş doğmadan geri dönsün teninde baksa tenin kokusunu getirse bile dönsün yeter ki hiçbir şey sormam ona bu geceyi yaşanmamış sayarım unuturum yeter ki aşık olmasın...içimde durmaksızın çığlık atar dualar ama bazen aşk gider ve o çaresizce yalvardığın tanrı bile gider peşinden sonra sabah olur güneş doğar aşkın gelmez bir türlü bir gecede değişir ömrün o bir türlü inanmak istemediğin kader seninle alay eder gibidir...ömürünü adadığın yıllarını önüne serdiğin aşkın bir gecede başka bir hayata karışmıştır işte bir gecede bir başkasının aşkı olmuştur İNANAMAZSIN!
Bazen aşk gider..Ve sen yıllardır içinde yaşadığın yürekten valizler dolusu anılarla kendi yalnızlığına taşınırsın... Elin varmaya varmaya boşaltırsın dolapları...
Çekmeceden çıkan her giysi parçası onunla geçirdiğin anıların tarihiyle ağırlaştıkça ağırlaşır... Onun kollarında geceler boyu cennet uykularına karıştığın yatak sen giderken utancından bakamaz yüzüne bakamaz Doğmamış bebegin yerine koyup büyüttügün cam önündeki o küçük mor menekşe yapraklarına kondurduğun veda öpücüğüyle büker boynunu.. Valizlerini kapının önüne yığıp yüzün sırılsıklam son bir sigara içip yığılırsın koltuğa Gidiyorsundur işte...
Aşkını kendi ellerinle bir başka aşka teslim edip... Ömrünü onun ömrüne, hayallerini onun hayallerine, sevdanı onun sevdasına ekleyip... Bazen aşk gider... Ve adresi değişir evinin... Sesinin tonu değişir, yüzünün rengi... Yastığının sıcaklığı, yedigin yemeğin tadı uykuların değişir Ve rüyalarin her aksam açıp girdiğin kapıdan başka bir sevda giriyordur artık... Her gün oturduğun koltukta o bakmaya doyamadığın gözlerin ışığında bir başka sevda oturuyordur Yıllardır evinde ağırladığın, masalarına konuk olduğun, hayatlarını paylaştığın dostlarının kahkahaları arasına bir başka ses karışıyordur artık... Senin gölgene alışkın duvarlar bile çoktan kabullenmiştir yokluğunu Her gece uyuduğun yastığa bir başka sevda bırakıyordur kokusunu..
O öpmeye kıyamadığın dudaklarda bir başka sevdanın adı Aşkının o tek cennet bildiğin uykularında bir başka sevdanın rüyaları Bazen aşk gider ve anılarda gider peşinden... Siz hiç o yüreğinize sığdıramadığınız aşkınızı bir başka sevda için ağlarken gördünüz mü?... Ben gördüm!... Kör oldu gözlerim onunla sevdasına ağlamaktan Bir alev topu gibi onun için çığlık çığlık yanarken siz hiç aşkınızın önünde diz çöküp "Bu kadar çok seviyorsan bırakma onu, sana kıyamam ne olur git," diye yalvardınız mı?... Onu bir başkasınınn kollarında düşünürken siz hiç geceler boyu aklınızı kaçırmamak için kendi kendinize bağırdınız mı: "Unut onu, unut onu, unut onu ya da ÖL!..." içinizdeki o durmak bilmeyen yanğının acısını dindirsin diye kanatıncaya kadar bileklerinizi ısırdınız mı?...
Göz yaşları içinde yastığınıza gömülüp her Tanrı'ya sığınmak istediğinizde artık başka bir yüreğe sevdalı olan aşkınızı ondan geri istemekten utanıp dua etmekten vazgeçtiğiniz oldu mu hiç?...
Siz hiç yana yana sevdiginiz bir sevgilinin yanına gençliğinizi serip güle güle baska bir aşka uğurladınız mı?...
Bazen aşk gider!...
Ama ölüm gelmez bir türlü... Ne yapsanız öfke duyamazsınız, giderken bir kibrit aleviyle ateşe verdiği ömrünün alevleri içinde eriyip giden yüzünüze silinip giden kokunuza, kül olan yüreğinize dönüp bir kez bile bakmayan o sevdanıza...
Anlarsınız aşktır bu, öfkeyi bir türlü yurduna kabul etmeyen.. Vefasız bir unutusa kurban olsa da solup gitmeyen Hayattan soğutup size ölümü özleten...
Ölü bir bedende canlı kalmakta direnen... Anlarsınız aşktır bu...
Bazen aşk gider...
Günler geçer ardından ve aylar...
Bazen de yıllar...
Bebekler büyür, insanlar yaşlanır, insanlar ölür eşyalar eskir, evler yıkılır, kurur ağaçlar... Sokakların adı değişir...
Acılar belleğin acımasızlığına teslim olur...
Sevilen unutur, seven yanar..
Bazen aşk gider...
Ya da siz gittiğini sanırsınız.
Bazen aşk gider!...
Ama ölüm gelmez bir türlü... Ne yapsanız öfke duyamazsınız, giderken bir kibrit aleviyle ateşe verdiği ömrünün alevleri içinde eriyip giden yüzünüze silinip giden kokunuza, kül olan yüreğinize dönüp bir kez bile bakmayan o sevdanıza...
Anlarsınız aşktır bu, öfkeyi bir türlü yurduna kabul etmeyen.. Vefasız bir unutusa kurban olsa da solup gitmeyen Hayattan soğutup size ölümü özleten...
Ölü bir bedende canlı kalmakta direnen... Anlarsınız aşktır bu...
Bazen aşk gider...
Günler geçer ardından ve aylar...
Bazen de yıllar...
Bebekler büyür, insanlar yaşlanır, insanlar ölür eşyalar eskir, evler yıkılır, kurur ağaçlar... Sokakların adı değişir...
Acılar belleğin acımasızlığına teslim olur...
Sevilen unutur, seven yanar..
Bazen aşk gider...
Ya da siz gittiğini sanırsınız.
Aşkta Yarın Yoktur Sevgili
Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...
İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...
İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...
Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...
Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...
Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili...
Cezmi Ersöz
bozli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder